17 Mart 2017 Cuma

SUBTROPİK MEYVELER ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ FOTOĞRAFLARI

ARAŞTIRMA VE UYGULAMA SERALARI



ÜRETİM SERALARI İNŞAATLARI


4 Blok bilgisayarlı araştırma seraları yanında 12 da. üretim serası ve 4 blok screenhouse (elek evler) bulunmaktadır. Bilgisayarlı araştırma seraları ve screenhose'lar Dünya Bankası kredileri ile Tarım Bakanlığı tarafından, 12 da. üretim seralarından yalnızca 1 dekarı Rektörlük tarafından finanse edilmiştir. Üretim seralarından 11 dekarı Merkez kendi döner sermaye olanakları ile yapılmıştır.


ÜRETİM FAALİYETLERİ




Üretim seraları böcek korumalı, gölgeliğe sahip cam ve plastik materyalden yapılmıştır. 12 dekar seranın son 4 dekarı çalışmaktan mutlu olduğum ve gönül bağlarımızı uzun ayrılığa rağmen hala koruduğumuz Merkez  elemanları tarafından yapılmıştır. Tüm seralarda damla sulama destekli topraksız kültür ortamında üreti yapımıştır. Aşıgözlerinin tümü anaçlardan alınan ilk materyalle bu seralarda üretilmiştir. Ayrıca hastalıklardan ari turunçgil fidanlarının tümü bu seralarda üretilmiştir.

AŞIGÖZÜ ÜRETİMİ



MERKEZDEN DEĞİŞİK GÖRÜNTÜLER




Fotoğrafların ikisinde TÜBİTAK Bilim Kurulu üyelerinin Merkezi ziyareti, birinde Rektörümüz ve İnşaat Dairesi mensuplarının gölden Merkeze su basan ünitesinin açılışını, diğerleri  Merkez  binası, akademik ve yardımcı personeli göstermektedir.

Etiketler: , , ,

16 Mart 2017 Perşembe

TARIM ÜRETİMİ ŞEKİL Mİ DEĞİŞTİRİYOR?


Sürekli ürünlerini tükettiğimiz ve hayatımızın ana kaynağı olan tarım, şekil mi değiştiriyor? Evet, bu kadar iç içe olduğumuz bir sektör çok hızlı şekil değiştirmektedir. Burada garip olan,  ürünleri ile her gün iç içe olduğumuz ve ürünlerini tükettiğimiz bu sektörü genelde çok iyi tanımamamız ve ona yabancı olmamızdır. Yakın zamana kadar genellikle küçük işletmelerde üretim yapan ve toprağa bağlı olan bu sektör, artık endüstriyel boyutlara taşınmaktadır. Kırsalda yaşayan ve köylü olarak tanıdığımız kişilerin tarımsal üretimle gittikçe ilgisi kesilmektedir. Ben bu yazımda genelde bitkisel üretimin şekli ve yapısı üzerinde durmak istiyorum. Yarım asırdan fazla bu sektörün içinde olan biri olarak, değişimin inanılmaz boyutlarda olduğunu söyleyebilirim. Hükümetlerin sosyal ve tarım politikaları da dünyadaki bu evrime destek vermekte, köylerden şehirlere olan göç büyük ivme kazanmaktadır. Yalnızca bu politikalar değil, ayni zamanda yerli ve yabancı büyük sermayelerin tarıma yönelmesi ve bu sektörü endüstrileştirmesi de bunda ana etkendir.
Bu gelişmenin temelleri geçen asrın ortasında atılmağa başlamıştır. Dünya nüfusunun artışı beraberinde beslenme sorunlarını da dünya gündemine taşımıştır. Üretimin bazı yörelerde mono tarım şeklini alması, bitkisel üretimde hastalık ve zararlı sorunlarını beraberinde getirmiştir. Nitekim 1970 li yılların ilk yarısında Çukurova’da pamuk tek ürün olarak yetiştirilmekteydi. Fakat bu yıllarda ortaya çıkan beyazsinek (Bemisia tabaci) sorunu bir yetiştirme sezonunda ilaçlama sayısını 18 lere kadar yükseltmiştir. Bu kadar yoğun insektisidin (böcek ilaçları) uçaklarla geniş bölgelerde kullanılması, inanılmaz boyutlarda ekolojik dengeyi bozmuş, çevre kirliliğini artırmış ve ilaçsız herhangi bir ürünün yetiştirilmesi olanak dışı kalmıştır. Bu çaresizlik içinde 1980 li yılların başında, ikinci ürün planlaması ile gelecek yıllarda, bölge tekrar ekolojik dengesini bulmağa başlamıştır.
Sorunlarla savaşta, uluslararası kuruluşlar bu konuları araştırmak için Araştırma Enstitüleri kurmuşlar ve genellikle ıslah çalışmaları ile bu sorunların bir kısmını aşmışlardır. Diğer taraftan yine Uluslararası bazı kimya kuruluşları tarımsal ilaçlarda inanılmaz ilerlemeler sağlamış, geniş spektrumlu ilaçlar yerine daha çok soruna odaklı ilaçlar üreterek, daha çevreci ürünleri kullanıma sunmağa başlamışlardır. Ayrıca sulama yöntemlerindeki yenilikler, sulama ve besin maddelerinin bitkilerin istedikleri düzeyde sunulması (fertigasyon)  bitkisel üretimde doğanın sınırlamalarını kısmen ortadan kaldırarak üretimde patlamalara neden olmuştur. Geçen asrın ikinci yarısında YEŞİL DEVRİM olarak isimlendirilen bu gelişmeler, daha sonra yeşil devrim ürünlerinin insan ve hayvan beslenmesinde sağlık yönünden bazı olumsuzlukların ortaya çıkması ile kısmen de olsa o çok ümit var olan kapasitesini ve popülaritesini yitirmeğe başlamıştır. Buna tepki olarak organik üretim ortaya çıkmış ve organik ürünlere olan talep artmıştır. Yalnız burada bir hususun altını çizmek isterim. Organik tarım köylünün küçük üretim birimlerinde ürettiği ürünler değildir. Bu üretim şeklinde hakim olan üretim disiplini oldukça gelişmiş ve üretim, ancak bu disiplin içinde sertifikalı olmak zorundadır. Bizim gibi ülkelerde organik tarımın gelişmesi ve boyut kazanması oldukça zordur. Klasik tarımda dahi agrokimyasalların neden olduğu sorunları aşamayan ülkeler, organik tarım gibi daha disipline olan üretim şekillerini denetlemek ve bu sektörü güvenilir hale getirilmesi oldukça zordur. Organik tarımda bitkisel üretimin her safhasının uygulanması ve düzenlenmesinde daha fazla bilgi ve deneyime gereksinme vardır. Bugün gerek ilgili Bakanlığın Araştırma kurumlarının ve gerekse sayıları 33 ü bulan Ziraat Fakültelerimizin bu aşamada yeterli olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Yalnız bilim adamlarımıza haksızlık etmemek için bir konunun altının özellikle çizilmesi gerekmektedir. Bugün ülkemizde Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan beri tarımda bilim adamı yetiştirmek için örnek girişim ve destekler sürekli olmuş ve bu destek bugünde ivme kazanarak devam etmektedir. Peki, sorun nereden kaynaklanmaktadır? Burada sorumlu olan tek kuruluş devlettir. Çünkü ülkemizin tüm birimlerinde hiçbir zaman bilime olan gereksime ve inanç olmamıştır. Devlet organik tarım için bir lütuf olarak Allah’ın lütfu olan Güneydoğu Anadolu bölgesini GAP projesi kapsamında bilinçsizce heba ettik. Hatta Üniversitelerimiz için de bu sav geçerlidir. Genellikle Üniversitelerimizde bilim,  akademik aşamaları geçmek için yapılan faaliyetin adıdır. Bunu 40 yıla yakın akademik hayatımda yaşayarak gördüm ve öğrendim.
Bu nedenledir ki, bitkisel üretimde gelişmeler hep özel sektör destekli olmuştur. Burada da konunun daha iyi anlaşılması için bir saptama yapmak istiyorum. Gelişme derken doğal olarak üretimdeki ürün artışı vurgulanmaktadır. Ancak hemen bir sorunun, burada ortaya atılması gerekmektedir. Peki, bu üretim artışı kantitatif ve kalitatif karakterleri beraber içermekte midir? İşte bu soruya verilecek yanıt, kanımca tüm sorunlarında açıkça görülmesinde ve ortaya çıkmasında yardımcı olacaktır. Üretimdeki iyileşme yalnızca kantitatiftir. İlk yıllarda, yani yeşil devrimin başlangıcında bunun pek önemli olmamasına karşın, yıllar geçtikçe kalitede ortaya çıkan kayıplar tüm dünya kamuoyunda sorgulanır hale gelmeğe başlamıştır. Bunlara ilave olarak bu ürünleri ve bunlardan yapılan diğer ürünlerin işlenmesi ve pazara sunulmasında kullanılan yöntemler, bırakın beslenmeyi, bazı sağlık sorunları da beraberinde getirmeğe başlamıştır. Bugün ülkemiz kamuoyunda da bu sorunlar bazı ciddi görsel ve yazılI basında yeterli olmamakla beraber yer almağa başlamıştır.
Üretim artışında ana faktör olan ıslah çalışmalarına, bugün artık genetik mühendisliği de katkı sunmaya başlamıştır. Günümüzde görsel ve yazılı basında sıkça tartışılan genetiği değiştirilmiş organizmaları (GDO) gündemimize taşımıştır. Bu tüm dünya için kaçınılmaz bir gelişmedir. Çevreciler ve bu alandaki tehlikeyi fark eden aydın kitle, genetik mühendisliğinin gelişmiş bu ürünlerinin tüketilmesine şiddetle karşı durmasına karşın, diğer taraftan dünya ve nüfusu hızlı artan ülkeler, artan nüfusu beslemek zorundadır.  Hükumetler de sürekli bu baskının esiri olacaklardır. Diğer taraftan bu gelişmelerin uluslararası şirketlerin tekelinde olması ve dünya ekonomik yapısının bu şirketlerin rahatça iş yapabileceği ortak Pazar haline getirilmesi, gelişmekte olan ülkelerde doyurulması gereken boğazların artması, bu gelişmelere karşı durmanın zorluğunu ve imkansızlığını ortaya koymaktadır.
Sorunları iki başlık altında toplayabiliriz. Birincisi genetik materyalin üretimi ve planlaması artık gelişmiş uluslararası şirketlerin tekeli haline gelmiştir. Bunun basit olarak ifadesi, birçok ülke, başta gelişmekte olan ülkeler beslenmeleri ve örtünmeleri için gereksinme duydukları genetik materyali, yani tohumu bu şirketlerden almak ve onların pazarı olmak zorundadır. Bu olay tüm gelişmekte olan ülkelerin gerçeğidir. Çünkü tarımsal teknoloji gerçek bilimsel tabanlı yüksek teknolojinin hüküm sürdüğü bir sektördür. Gelişmekte olan ülkelerde ise tarım, hala kırsal kesimin uğraş alanı olarak algılanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde en çok araştırma kurumları bu sektörde faaliyet göstermektedir. Ama ne yazıktır ki,  bugün ülkemizde TÜBİTAK’ a bağlı tek bir Tarımsal Araştırma Enstitüsü yoktur. Kurulmuş olana da, ülkemizin gelişmiş sayılacak bir Üniversitesi “ONA” yaşam şansı ve hakkı tanımamıştır.
İkincisi ise, yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi Tarımsal üretimin endüstrileşmesi, çok geniş alanlar veya birimlerde üretim yaparak uluslararası pazarda tekel haline gelmesidir. Örtü altı üretim örnek alınacak olursa, üretim bugün artık doğanın sunduğu sınırlar dışına çıkmıştır. Termal suyun, diğer bir ifadeyle enerjinin olduğu bölgelerde toprağa dahi ihtiyaç olmadan tüm yıl boyunca sebze üretimi yapmak mümkündür. Halen topraksız kültür olarak gelişen bu alanda üretim birimlerinin bazıları bin dekar büyüklüğe ulaşmışlardır. Gerçekten yılın önemli bir kısmında Avrupa,  Kuzey ve Güneyimizdeki ülkelere ihracat yapmaktadırlar. Bu övünülecek gelişmenin yapısı incelendiğinde ülkemiz üretiminin dış kaynaklı teknolojiler güdümünde olduğu hemen görülecektir. Yani ülkemiz bu sektörün yalnızca taşeronluğunu yapmaktadır. Yapılan fason üretimdir. Tüm üretim teknolojisi ve genetik materyal dış kaynaklıdır. Herhangi bir neden sonucu, bu teknolojik girdi ülkemize gelmediği veya terk ettiği takdirde, üretimi ile övündüğümüz bu sektör çökecek ve üretemez hale gelecektir. Diğer bir ifadeyle genetik materyal dışa bağımlı olduğu sürece, Türkiye kendi insanının beslemekte ve ihracat yapmakta yeterli olamayacaktır.
Bu iki gerçeğin ışığı altında ülkemizin küçük üretim birimlerini ayakta tutması son derece önemlidir. Yıllar önce İsrail’li bir meslektaşım beni bu hususta uyarmıştı. Küçük tarım işletmelerine ülkemizin sahip çıkması ve desteklemesi gereğini vurgulamıştı. Bu üretim şeklinde her şeyden önce topraktan kopuş olmayacak, birçok aile tarımda iş bulabilecek ve geçimlerini sağlayabilecektir. Ancak bu işletmelerin mutlaka devlet tarafından sübvanse edilmesi gerekmektedir. Zaten tarımsal üretim tüm dünyada devlet tarafından desteklenmek ve korunmak zorundadır. Bunun aksi düşünülemez. Ayrıca tarımsal üretime verilen desteğin kamuoyu tarafından üretimi yapan kişiye yapılmış gibi algılanması büyük bir yanılgıdır. O destek sayesinde üretim istenilen şekilde yapılabilmekte ve tüm ülke halkı daha ekonomik olarak o ürünü tüketmek imkanına kavuşa bilmektedir. Ayrıca ülkemizde son yıllarda bu ürünlerin daha ucuz diye yurt dışından ithali, bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri daha çok uluslararası pazar haline getirmektedir. Küçük üretim birimlerinin desteklenmesi kırsal alanda mutlu bir kitlenin yaşamasına, işsizliğin çözümüne ve halkımızın beslenmesinde önemli katkıları olacaktır. Kısmende olsa dışa bağımlılığı ve tarımın endüstrileşmesinin olumsuzluklarına engel olabilecektir.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, tarımsal üretim artık tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de endüstrileşmektedir. Ancak hala bu gelişmelere paralel ülkemizde yapılabilecek iyileştirmeler mevcuttur. Her şeyden önce tarımsal endüstrileşmenin yanında küçük üretim alanlarının korunması ve bunlarda yapılabilecek daha sağlıklı üretimlerin teşviki gerekmektedir. Hem bu şekilde artan nüfusumuza ve gençlerimize yeni iş imkanları sağlanmış olacak ve daha mutlu aile ocakları kurulacaktır. Bu üretim şeklinde üretimi yapacak kişilerin meslek içi eğitimlerin sağlanması ve desteğin bu yetişmiş kişilere verilmesi bu sektörde yeni gelişmeler sağlayacaktır. Bu küçük işletmelerde belki organik tarımında kapıları açılabilecektir.
Hala içimde bir yaradır. Güneydoğu Anadolu projesi (GAP) tartışılmaya başlandığında, benimde üyesi olduğum Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi akademik personelinden de yararlanmak istendi ve orada yapılabilecek üretim şekillerinin araştırılması için destekler verildi. Üniversitem orada bir araştırma birimi oluşturarak yıllarca çalıştı. Ancak benim o yıllarda dile getirdiğim, fakat maalesef Fakültem tarafından desteklenmeye değer verilmeyen düşüncem, Güneydoğu Anadolu bölgesini baştan organik tarıma açmaktı. Bunun için sizlere çok basit bir örnek vermek isterim. O yıllarda Çukurova’ da bir yıl içinde yapılacak pamuk tarımı için 10, hatta daha fazla ilaçlamaya gerek duyuluyordu. Fakat bu üretim Şanlıurfa’ da Fırat kıyılarında ilaçsız yapılabilmekteydi. Kısaca doğal denge tüm unsurları ile bu bölgede hüküm sürmekteydi. Bu ayrıntı gerek devlet araştırma kurumları ve gerekse Üniversiteler tarafından dikkate alınmadı. Alınmış olsaydı, yalnız bu bölgede yapılacak organik tarım getirisi, tüm ülke tarımsal üretiminden daha fazla olacaktı. Böylece bu kadar geniş alanlarda ve Yukarı Mezopotamya’da dünyaya örnek bir organik tarım alanı oluşacaktı. Hemen şunu da eklemek istiyorum. Yalnız ülkemiz bilim adamları ve teknisyenleri ile böyle bir üretimin başarılması pek olası değildi. Ama böyle bir konuda gelişmiş birçok ülke ile işbirliği kolayca sağlanabilirdi. Bu fırsatlar hala Doğu Anadolu başta, birçok yöremizde mevcuttur. Ancak bu konularda gerek devlet ve gerekse Üniversitelerimizin bilim politikaları ve çalışmalarını, bu politikalar doğrultusunda yapması bir zorunluluktur.


Etiketler: , , ,

TABAĞIMDA NE VAR?


Bitkisel üretimde gıda güvenliğini tehdit eden en önemli unsurlar, üretim esnasında kullanılan agrokimyasallar’dır. Bunlar hastalık, zararlı ve yabancı otlara karşı kullanılan ilaçlar, yapay gübreler ve bitki gelişme düzenleyicilerinden (hormonlar) oluşurlar. İlaçlar ve gübreler tüm üretim süresince kullanılmaktadır. Buna karşın hormonlar ise daha çok döllenme olayını engelleyen düşük sıcaklıklarda kullanılmaktadır. Ancak artık birçok serada böcekler (Bambus arıları) kullanılarak, hormon kullanımı azaltılmaktadır. İlaçlar ve gübreler ise gerek örtü altı ve gerekse açıkta yapılan üretimlerde rutin olarak kullanılmaktadır. Ancak yazılı ve sözlü basın kamuoyuna daha çok hormonların insan sağlığını tehdit ettiğini öne çıkararak, esas tehlikeli olan ilaçları biz tüketicilerin dikkatinden bilmeden kaçırmaktadır. Agrokimyasalların tüketicilere olan zararları kronik veya toksik olabilmektedir. Kronik zehirlenmelerde ilaç bünyede birikerek, sonuçta etkili olmaktadır. Agrokimyasalların zehir etkileri yanında, önemli olan fakat kamuoyunun pek bilmediği mutagenik ve kansorejen etkileridir. Genellikle gelişmiş ülkelerin üretimi olan bu ilaçların kullanımı, bu firmalar tarafından çok detaylı olarak belirtilerek, gıda güvenliğini sağlamak için kullanımları disipline edilmeğe çalışılmaktadır. Her ilacın bilinen bir dekompozisyon süresi vardır ve bu bekleme süresi olarak anılır. Bu ilaçların üretimde kullanılmasından itibaren hasada kadar geçecek olan bu bekleme süresine, gıda güvenliği açısından mutlaka uyulması bir zorunluluktur. Ancak üreticilerin bilgi düzeylerinin yetersizliği veya duyarsızlıkları ve bu açıdan gerekli kontrollerin yeterli ölçüde yapılamaması, tüketicileri yukarıda değindiğimiz olumsuz etkilere açık hale getirmektedir. Yakın zamana kadar ihraç edilen birçok bitkisel ürünümüzün, gittiği gümrüklerde yapılan analizler sonucu bulunan agrokimyasalların tolere edilebilir değerlerin üzerinde olması nedeniyle geriye gönderilmesi bu nedenledir. Son yıllarda gerek ilgili Bakanlığın bu konudaki olumlu etkinlikleri ve gerekse ihracatçıların kendilerini korumak amacıyla aldıkları önlemler sorunun belirli boyutlarda ortadan kalkmasını sağlamıştır. Bunun sonucu bu olaylar günümüzde eskiye nazaran daha az görülmektedir. Ancak ülke içinde biz tüketicilerin bu tehlikelere açık hedef olduğumuzu unutmamız gerekmektedir. Çünkü ülkemizde de gelişmiş ülkelerde olduğu gibi üretim küçük birimler yerine çok büyük üretim birimlerinde gerçekleşmektedir. Bu birimlerde agrokimyasalların kullanımı, mahalli küçük bahçelerdeki üretimden çok daha fazladır. Küçük birimlerde daha çok organiğe yakın üretim şekilleri uygulanmaktadır. Örneğin çok büyük sera işletmelerinde topraksız kültür kullanılarak, üretimde bugüne kadar en önemli unsur olan toprak yok sayılmaktadır. Böylece birçok defa modern tarımın toprağı öldürdüğü savı, topraksız kültürde tümden unutulmaya terk edilmiştir. Bitkinin gereksinmesi olan makro ve mikro besin maddeleri, topraksız kültürlerde sulama içinde çözülen kimyasallar olarak sunulmaktadır. Böylece ısı kaynağı olarak termal suların olduğu, ancak toprağın tarıma uygun olmadığı kayalık, bataklık gibi alanlar, topraksız üretim tekniği ile son derece rantabl üretim alanları haline gelmektedir. Bugünkü dünya nüfusunu beslemek için artık bu şekildeki teknikler son derece normal karşılanmaktadır. Bu şekildeki üretim teknikleri, üretimi daha çok agrokimyasallara bağımlı hale getirmektedir. Agrokimyasallara bu kadar bağımlı üretimden elde edilen ürünün, organik olduğunu ifade edebilen üreticiler dahi vardır.
Ne yazık ki yanlış politikalar sonucu yok edilen küçük üretim birimleri, artık hayatımızdan yavaş yavaş çıkmaktadır. Bu üretim şeklinde tüketici bire bir üretimi yapan kişi ile iletişim kurabilmekteydi. Küçük üretici hasat ettiği ürününü yerel pazarlara getirerek hem taze ve hem de daha ehven fiyatlara tüketiciye satabilmekteydi. Bu üretim şekli kısmen ülkemizin küçük yerleşim yerlerinde hala yaşamaktadır. Fakat oralarda da belediyelerin bilinçsizce rüsum ve işgaliye talepleri, bir çuval fasulye veya enginarını pazarlamak isteyen üreticiyi pazarlardan kaçırmaktadır. Pazarlarımız daha çok halden ürün alıp, pazarlayan esnafın eline geçmekte ve küçük üretici böylece yerel yönetimlerin bilinçsiz tutumları nedeniyle üretimden çekilmektedir.
Yalnız toprakta yetiştirilen ürünler mi değişti. Hayır.  Eskiden evlerimizde veya yerel olarak üreten esnaflardan aldığımız birçok ürün, artık fabrikalarda üretilerek, marketlerde bizim tüketimimize sunulmaktadır. Ama son yıllarda bu ürünlerde bir gariplik olduğu ve hiç bozulmadan uzun süre kaldığı sıkça dile getirilir hale gelmiştir. Yıllar önce evlerde tükettiğimiz gıda maddelerini market raflarından değil, genellikle bu sektörde uzmanlaşmış alışveriş yerlerinden temin ederdik. Bunlar paketlenmeden doğrudan üreticiden tüketiciye ulaşan bir yol izlenirdi. Paketlemek, kutulamak veya ürünü işlemek gibi yollar yoktu. Hazır aldığımız tek gıda bisküvi ve makarnaydı. Son tüketim tarihini bilmezdik. Henüz şehirde oturanlar köyde tarımla uğraşanlardan daha fazla değildi. Ama hastalıklar bugüne göre çok daha azdı. Lokantalar, kahveler ve salonlarda sigara dumanından aradığınız kişiyi bulmak dahi güçtü. Bizim ülkemizde değil, ama örneğin İngiltere’de sinema salonlarında dahi sigara içilirdi. Fakat benim dikkatimi çeken husus kanser hastalıkları da bugün olduğu gibi neredeyse epidemik hale gelmemişti. Sakın beni yanlış anlamayın. Sigaraya karşı kampanyayı tüm benliğimle destekliyorum. Uzun yıllar bir içici olduğum için çok pişmanım. Demek istediğim bugün kamuoyumuzun inandığı veya inandırıldığı gibi her kötü şeyin nedeni sigara değildi. Elimde istatistikler yok, ama inanıyorum ki, bugün hızla artan kanser olaylarında, bu ürünlerin yetiştirilmesi ve gıdaların işlenmesi esnasında raf ömrünü artırmak için kullanılan maddelerin bu gelişmede büyük payı vardır.
Ben sizlere bugüne kadar duymadığınız başka bir olgudan da bahsetmek istiyorum. Tükettiğimiz ürünlerin genetik ıslahında dikkate alınan iki ana unsur vardır. Birim alandan daha fazla ürün verecek ve albenisi yüksek, göze hitap eden ürünlerin elde edilmesi, geçen asırdan beri bitkisel ve hayvansal ıslah genetiğinin ana hedeflerini oluşturmaktadır. Bugün artık bir dekar seradan 10 ile 40 tonun üzerinde ürün almaktayız. Raflarda domatesler haftalarca diriliğini kaybetmeden kalabilmektedir. Bu durum hem üretici ve hem de tüketici tarafından gayet olumlu bulunmaktadır. Ama bizler son yıllarda üç dört günde raflarda çürüyen meyvelerden birazda özlemle bahsetmeye başladık. Uzun zamandır artık domatesler eski tatlarında değil diye. Niye? Yoğurtlar buzdolabıma girmeden haftalarca sulanmadan ve bozulmadan mutfak rafları üzerinde tüketilmeyi beklemektedirler. Sahi, eskiden son kullanım tarihi diye bir şeyi de pek bilmezdik, değil mi? Peki ne oldu? İşte bu sorunun yanıtını çok iyi araştırmamız gerekir. Bitkisel üretimde ıslah, tüketimden çok Pazarın isteklerini ön plana almaktadır. Biz tüketiciler, raflarda bize sunulanlarla yetinmek zorundayız. Fakat bu konuyu irdelerken, yapılanları ve yapanları eleştirmemizde hatalı olacaktır. Tüm bunların başlıca nedeni tüm dünyada büyük bir ivme ile artan insan popülasyonu ve bununda büyük bir kısmının büyük şehirlerde yaşıyor olmasıdır. Dünya ve ülkemizde nüfus artışının birçok nedeni vardır. Her şeyden önce nüfus planlaması politikaları bu gelişmelerde öncülüğü almaktadır. 90 Yıllık Cumhuriyet döneminde nüfusumuzu 5 kat artırdık. Tarımla uğraşan kırsal nüfus hızla azalmakta, şehirlerde üreten sanayi yerine hizmet sektörleri teşvik edilmektedir. Tüketim iştahı hız kesmeden artmaktadır. Tüm dünya gibi, bizler de çocuk ve torunlarımızın geleceğini ciddi olarak düşünmeden, onların geleceğini ve dünyanın bitmez dediğimiz ekoloji ve kaynaklarını tüketmekteyiz. Bu nedenleri çok daha fazla artırabiliriz. İşte bu nedenledir ki, tarımsal ıslah hız kesmeden çalışmaktadır. Ancak bizi doyuran ve giydiren bu ıslah çalışmaları, ürettiği canlılardan, bizler fark etmeden bazı özellikleri alıp yok etmektedir.
İşte bu nedenledir ki, ben sizlere tarımsal ürün artışını sağlayan genetik ıslahta pek sözünü etmediğimiz genetik kayıplardan söz etmek istiyorum. Ben bunu GEN EREZYONU olarak isimlendirmekteyim. Islahta kantite ile pazarlama isteklerini artıran genleri korurken, eskiye özlem duyduğumuz koku, nefaset ve evrim ile almamız gereken makro ve mikro besin maddeleri gibi özellikleri sağlayan genleri göz ardı ediyoruz.  En önemlisi evrim boyunca bu bitkilerin sağlığımıza olumlu etkileri olan maddelerin bazılarının ıslah yoluyla kaybolmasıdır. Bunun sonucu,  bu özellikler ürünlerde kaybolmakta ve bizlere de nostaljik olarak eski sebze ve meyveleri anmak miras olarak kalmaktadır. Peki, bu özlemi toplumun hepsi duymakta mıdır? Hayır. Çünkü 1990 dan sonra doğan bugün 25 yaşına gelen generasyon, eskiyi tanımadıkları ve o ürünleri hiç tüketmedikleri için böyle bir özlemleri de yoktur. O halde 20 – 30 yıl sonra insanların böyle bir özlemi olmayacaktır. Ancak tükettiğimiz sebze ve meyvelerdeki bu güzel özellikleri muhafaza etmek ve gelecek nesillerin de bunlardan yararlanmasını sağlamak düşüncesiyle, bazı bilinçli insanlar, özellikle Ege bölgesinde eski bitki çeşitlerini tohumlarını takas ederek, hobi düzeyinde de olsa bu çeşitlerin var oluşlarına bir şans tanımaktadır. Söz bu eski nitelikli tohumlardan açılmışken, hem genetik mühendisliği ve hem gen bankaları üzerinde biraz daha detaylı ve bilinçli düşünmenizi isterim.  Ben ülkemizde çalışmağa başladığım 1970 yılından beri, Batı dünyası bilim adamlarının zengin bir gen kaynağı olan Anadolu’dan sürekli olarak yabani ve kültür bitkileri örnekleri toplamakta ve bunları kendi ulusal Gen Bankalarında yarınlar için bir servet olarak saklamakta olduklarının tanığıyım. Bildiğiniz gibi genetik mühendisliği moleküler teknolojiler geliştikçe, gerek hayvansal ve gerekse bitkisel üretimde yeni ufuklar açmaktadır. Gün geçmiyor ki, basınımızda Genetiği değiştirilmiş organizmalardan bahsedilmiyor olmasın. Genetik Mühendisliği ifadesini, ben bunu yakında kullanılmağa başlanacak Canlı Mühendisliği olarak kullanmayı seviyorum. Bu gelişmeler canlı ıslahında seksüel bariyerleri yıktıktan sonra, herhangi bir canlıdan akraba olmayan diğer canlılara istenen gen taşınması mümkün hale gelmiştir. Bu gelişmeler bize genetik ıslah konusunda bugüne kadar ütopik olan tüm hayallerin gerçekleşmesi için kapıları açmıştır. Her ne kadar bugün genetiği değiştirilmiş ürünlerin tüketilmemesi için bir kavga veriyorsak ta, genetik ıslah bakımından dışa bağımlı ülkemizde, insanlarımızın bu ürünleri tüketmesinden kaçınmaları pek mümkün olmayacaktır.
Bir bilim devleti olamadığımız sürece, insanlarımızın beslenmesinde yukarıda kısaca sözünü ettiğim olumsuzluklardan kaçınma olasılığı maalesef yoktur. Genetik mühendisliğinden önce hibrit tohumu yetiştiremeyen ve gelişmiş ülkelerin pazarı olan ülkemiz, bugünde genetik mühendisliği tekniklerini kendi çıkarı doğrultusunda kullanamamakta ve eskisi gibi gelişmiş ülkelerin pazarı olarak kalmaktadır.
Ama sizlere başka bir gerçeği de fısıldamak isterim. Genetik ıslah konusunda yukarı paragrafta sizlere anlattığım ıslahtaki yetersizlik gerçeği, bu çalışmaları yapacak araştırma kurum ve kuruluşlarının olmamasından kaynaklanmamaktadır. Ülkemizde bu makalenin yazıldığı anda 33 Ziraat Fakültesi ile Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bağlı sayısını bilemediğim, fakat sayıca zengin Araştırma Enstitüsü bulunmaktadır. Ayrıca ülkemizde yurt dışında lisansüstsü eğitim yapmış, bilgili ve becerikli çok sayıda araştırıcı da bulunmaktadır. Peki, un şeker ve yağ olduğuna göre bu helva niçin yapılmamaktadır?  33 Yıllık akademik yaşamımda öğrendiğim tek gerçek, ülkemizin bilime olan gereksinmesinin olmadığıdır. Daha doğrusu henüz bu bilince ulaşmamış olmasıdır. Ülke bilim adamları çalışmalarını genellikle bir sorunun çözümü için değil, yüz yüze oldukları akademik aşamaları aşmak için yapmaktadırlar. Çünkü bilimsel çalışmanın geçerli olduğu tek yer orasıdır.
Bugün tarımsal üretimde görülen gelişmelerin kaynağı, dün olduğu gibi bugünde özel sektördür. Para kazanmanın amaç olduğu bu üretim dalında, tüm bilgi ve teknoloji dışarıdan satın alınmakta ve böylece hemen hemen her dalda ihracat yapabilecek kalitede üretim yapılabilmektedir. Yalnızca bilgi ve teknoloji değil, ayni zamanda sera gibi altyapı kaynakları da dışarıdan ithal edilmektedir. Sakın bana yurt içinde yapılan seralardan bahsetmeyin. Bugün ihracat yapan ve topraksız kültür tekniğini kullanan seralar, Hollanda veya diğer ülkelerin artık ekonomik olmayan ikinci el seralarıdır. Kısacası tarımda da fason üretim yapmaktayız.
Gördüğünüz gibi, tarım, birçoğunuzun düşündüğü gibi domates veya elma fidanı dikmekten ibaret değildir. Bugün ülkemizde halkımız kadar bizleri yönetenlerde bahçıvanlık olarak tanımlayacağım yetiştiriciliği, tarım zannetmekte veya hala tarım ile köylülüğü karıştırmaktadır. Gelişmiş tarım yalnızca bilimsel yapısı olan gelişmiş ülkelerin becerisi ve tekeli içindedir. Bu nedenledir ki, nüfusu artmış, gelişmekte olan ülkelerin hemen hemen hepsi tarımsal üretimde genetik kaynaklar bakımından dışa bağımlıdır. Ben çalıştığım sürece TÜBİTAK ta dahil her platformda tarımı ve ülkemizin bu açıdan dışa bağımlılığını dile getirmeğe çalıştım. Yukarıda yaptığım daldan dala atlayan yazımda, size bitkisel üretimde bir pencere açmağa çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur. Çünkü ülkemizin geleceği, bu bilinç yapısına kavuşmuş kişi sayısının artması ile mümkün olacaktır.

Etiketler: , , , , ,

ÜNİVERSİTE YAŞAMIMDA SÜPRİZ VE GRURUM "AKADEMİSYEN KADINLAR"


Ülkemizin seçkin Üniversitelerinde akademik kariyer yapan kadın sayısı hemen hemen erkek akademisyen sayısına eşittir. Bu saptama, 6 Mayıs 2013 tarihli Hürriyet Gazetesinde İngiliz Times Gazetesinin THE isimli yükseköğretim dergisinden bir alıntı olarak verilmektedir. İşin ilginç tarafı bunun dünya karşılaştırmalarında en yüksek değer olmasıdır. Kadın yaşamında bu gelişme, 90 yıl önce temelleri atılan genç Türkiye Cumhuriyeti için en büyük gurur kaynağıdır. Kapalı bir imparatorluk düzeninden ve istiklal savaşından hemen sonra kadın hayatındaki bu olumlu değişim, hiç şüphe yok ki, hepimizin gururlandığımız bir Cumhuriyet başarısıdır. Bu gelişmenin mimarı ise tüm reformların yapıcı ve uygulayıcısı olan Atatürk’tür. Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda bir söylevinde, Atatürk “yeryüzünde gördüğümüz her şey kadınların eseridir. Bir topluluk, yapısını oluşturanlardan yalnız birinin, çağdaş gereksinmelerini kazanması ile yetinirse, o topluluk yarıdan çok güçsüzlük içinde kalır. Bir ulus ilerlemek ve uygarlaşmak isterse, özellikle bu noktayı temel olarak benimsemek zorundadır. Kadınlarımızda bilgin olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar toplumsal yaşamda erkeklerle birlikte yürüyerek, birbirlerinin yardımcısı ve destekleyicisi olacaklardır” diyerek, daha ilk yıllardan itibaren kadınlarımıza henüz daha Batıda dahi yeni olan hakları vermek için reformlar yapmıştır.
İşte 33 yıllık Üniversite hayatımda ben, kadınlarımıza verilen bu hakkın ülkemizin gelişmesi ve kalkınmasında ne kadar isabetli olduğunu yaşayarak öğrendim.  Kadınlarımızın, hatta tüm dünya kadınlarının kadim hakları olan bu yaşam şeklinin, erkeklerin ego ve bencillikleri nedeniyle baskılandığını ve bu baskıların kalkması ile kadınların erkeklerden daha başarılı ve sebatkâr olduğunu bana onlar gösterdiler.
Akademik yaşamım boyunca kendi adıma 20 yüksek lisans ve 20 doktora çalışması yönettim. Bunlara ilave olarak meslektaşlarımın yüksek lisans öğrencileri ile de ders ve seminerlerde birlikte çalıştım. Benim yönettiğim master ve doktora çalışmalarının 22 adeti kadınlar ve 18 adeti ise erkekler tarafından yürütülmüştür. Bunlara ek olarak eşimin de bir akademisyen olması ve onun hayatı boyunca işine olan ilgi ve başarılarını eklemem gerekir. Bu nedenle birlikte yapılan bu çalışmalardan yapacağım bir çıkarım ile kadınlarımızın akademik hayatta erkeklerden daha başarılı ve üstün olduğunu söylemem gerekir. Tam tersini beklerken, kadınların çalışmalarını yücelttiği, hedefe çalışmaları boyunca kilitlendiklerini, sonuca ulaşmak için daha fedakâr oldukları ve bu amaç için bazen birçok şeyden ödün vererek çalıştıklarını gözlemledim. Neden tersini bekledim? Çünkü yaşam onlara biz erkeklere göre daha ağır görevler yüklemektedir. Kadın Üniversitedeki işi dışında, evde ev işlerini yapmak zorundadır. Hele evliyse evin tüm işleri yanında eşi ile ilgilenmek zorundadır. Bu bizlerin sosyal yapısının gereğidir. Eğer çocuğu varsa veya hamileyse bu görevler daha da ağırlaşır. Ben hamile olup da doğuma 2 hafta kalana veya doğumdan 2 -3 hafta sonra işine dönen akademisyen kadınlarla çalıştım. Bu tempo biz erkeklerin pek altından kalkamayacağı ağırlıktadır. Tüm bunlara karşın, kadınları erkek meslektaşları ile karşılaştırdığımda kadınların başarı düzeyleri erkeklere göre oldukça yüksek olduğunu söyleyebilirim.
Bir erkek akademisyen ve yönetici olarak bu olayları yaşamaktan son derece mutlu oldum. Bu nedenle tüm kadın meslektaşlarım benim için daima gurur kaynağım olmuşlardır. Başarıları ile bana sürpriz yapmaları da kadınlar hakkındaki düşünce yapımı tamamen değiştirmiştir. Ben bunları kendi çalışma grubum içinde gözlemledim ve yaşadım. Kadınlarımız tarım gibi bir dalda dahi hem akademik ve hem de arazide çok başarılı olabilmektedirler. Bu arkadaşlarımdan birçoğu bugün değişik Üniversitelerde akademik yaşamlarını başarıyla sürdürmektedir. Bazıları Dekanlık gibi yöneticilik yapmış, yeni Üniversitelerde Bölüm ve laboratuvarlarını kurmuş ve oluşturdukları çalışma gruplarıyla çok başarılı çalışmalar yapmakta ve uluslararası projeler üretmektedir. Hatta bazıları Çukurova gibi tarımın yoğun olarak yapıldığı, yabancı danışmanların çalıştığı ve eğitimli çiftçilerin olduğu bir bölgede, yıllardan beri aranan danışmanlar olarak çalışmaktadırlar.
Tüm bu yaşadıklarım benim gurur kaynağımdır. Ne mutlu bana ki, gerek eşim ve gerekse bu makalenin teması olan kadın akdemiysen arkadaşlarım ile Doğu Akdeniz gibi tarım faaliyetlerinin ve sorunların yoğun yaşandığı bir bölgede iz bırakan çalışmalar yaptık ve hayalim olan Araştırma Merkezi ve TÜBİTAK bünyesinde tarımda ilk olan bir Araştırma Enstitüsü kurma şansını elde ettim. Tüm bu çalışmalarda kadın akademisyenlerin benim için hala inanılmaz katkıları olmuştur.

İşte bu nedenlerle benim akademik yaşamımda sürpriz ve gururum KADIN AKADEMİSYENLER olmuştur.

Etiketler: ,

GÜNÜMÜZÜN BÜYÜK TÜKETİM İŞTAHI VE GELECEĞİMİZ


Gelin sizi bugün dünya üzerinde yaşayan tüm canlı varlıklar arasında bulunan inanılmaz ilişkiyi farklı açılardan ele alarak, değişik boyutlarda bir geziye çıkarayım. Biz biyokimyacılara daha başlangıçta öğretilen bilimsel bir gerçek, beni daima fantastik değişik düşüncelere götürmüştür. Bu benim bıkmadan hayal kurduğum, kurgular yaptığım, yarı sanal bir dünyadır. Gerçek dünyamızda yaşayan varlıklardan biri olan insanoğlu ile diğer canlıların ortak noktaları nelerdir, bunu hiç düşündünüz mü? Diğer bir soru akrabalık nedir? Belirli genlerin atalarımızdan bize irsiyet yoluyla geçmesidir. Ama bugünkü bilim ve teknoloji çağı, diğer ifadeyle canlı mühendisliği istenirse insan dahil tüm canlılara istediği canlıdan gen aktarabilecek düzeye gelmektedir. Yakın tarihte, beklide bir generasyon sonra genetikçiler gençlik ütopyasını çözmüş olacaklardır. İnanıyorum ki, gelişmiş ülkeler bu yöndeki projelerini kapalı kapılar ardında uygulamaya koymuşlardır. Bu açıdan bakıldığında, bizler gelecekte diğer canlı genlerini de taşıyabileceğiz. Bugüne kadar canlılar aleminde gen transferi yalnızca seksüel uyum içinde gerçekleşmekteydi. Bugün öncelikle mikroorganizma ve bitkilerde bu bariyerin ötesinde genetik mühendisliği teknikleri ile seksüel bariyer aşılmış ve istenen karakter istenen canlıdan alınarak istenen canlıya aktarılmağa başlanmıştır. Bu açıdan bu tekniklere sahip gelişmiş ülkelerde insanlar üzerinde yapılan, fakat bilmemize olanak olmayan bilimsel çalışmaları sizin hayal gücünüze bırakıyorum. Bu alanda çalışmalara cesaret edilemez gibi naif duyguları ben kendi adıma kabul etmiyorum!
Daha detaylı açıklamalara geçmeden önce tüm canlılar arasındaki mevcut olan ortaklıkları açıklamak isterim. İster tek hücreli ister çok hücreli organizma olsun, hepimizdeki metabolizma yolları aynıdır. Buna ilave olarak genleri oluşturan 4 farklı nükleotid tüm canlılarda aynıdır. Genlerimizi oluşturan kodlar aynıdır. Ayrıca besin maddelerinden bünyelerimizde ürettiğimiz enerji formu aynıdır.
Tüm makalenin çıkış noktası bu birlikteliktir. Bu açıdan düşündüğümüzde tüm canlılar arasında çok yakın bir birliktelik söz konusudur. Evrim esnasında canlılar yaşam ortamlarına uyum için bazı genlerini kullanmazken, bazılarına sürekli görevler yüklemiştir.
İnsanoğlu var olduğundan beri ölümden sonraki bilinmeze kafa yormuştur. Bunlardan en geçerlisi ruhun varlığı ve ölümden sonraki yaşama geçişin şekli olarak yorumlayabiliriz. Bazı inanışlarda ölümden sonra başka varlıkların bedeninde dünyaya gelme inanışı vardır. Bu inanış şekillerini artırabiliriz. Ancak benim sizleri götürmek istediğim düşünce yolu, canlılar arasındaki biyokimyasal birliktelikten hareket ederek, canlıların birbiri ile yakın (akrabalık) bağları üzerinde düşünce üretme şeklinde olacaktır.
Düşününüz, canlılar yaşadıkları süre içinde tüm organlarının bir değişim yaşı vardır. Örneğin bizlerde pankreasta hücre değişimi günlerle sayılırken, bu olay mide de haftalarla ifade edilmektedir. Genlerimizde ayni değişimin içindedir. Vücut veya daha geniş anlatımıyla organizma bu işlevi yerine getirebilmek için yapı taşlarına ihtiyaç vardır. Peki, bunlar nerelerden ve nelerden sağlanmaktadır. İnsan veya hayvan organizmasını düşünürsek yiyecek dediğimiz bitki veya hayvansal ürünlerin tüketilmesi bu ihtiyacı karşılamaktadır. Bitkilerde ise topraktan aldıkları mineral ve havadan aldıkları karbondioksit ve güneş ışığı enerjisini kullanarak ürettiği besin maddeleridir. Canlılar arasında çok düzenli bir besin zinciri kurulmuştur. Genlerin yenilenmesinde bu kaynaklardan aldığımız nükleotidler veya bunların yapı taşları kullanılmaktadır. Yani kısaca tüm canlılar ayni ortak kaynakları kullanarak hayatta kalabilmektedir. Örneğin bir mikroorganizma veya bitki, fosforu element olarak doğadan alırken, daha gelişmiş organizmalar bunu fosfatidler veya bunun yapıtaşları olarak bitkisel veya hayvansal gıdalardan karşılamaktadırlar.
Acaba organizmayı oluşturan, enerji ve yapıtaşları olarak kullandığımız maddeleri ayni besin havuzundan alınması, canlıları birbiri ile hangi ilişki içine sokar? Tüm canlılar ortak besin maddelerini ortak metabolizma yollarında değerlendirerek yaşamları için yapı taşları ve enerji üretmektedirler. Dün bir mikroorganizmanın yapısı içinde bulunan bir fosfatidler yarın bundan beslenen diğer bir canlının yapısında olacaktır. Hatta genleri oluşturan nükleotidler dahi böylece canlıdan canlıya gezecektir. O zaman sormak istiyorum, senin göz rengini oluşturan genin yapımında kullanılan Guanosin nükleotidin kaynağı nedir? Onu bir bitkiden mi, akşam yediğin kuzu pirzolasından mı, yoksa sabah içtiğin sütten mi aldın? Hepsi olabilir, sonuçta tüm canlılar ayni metabolizmayı ve ayni yapı taşlarını ayni besin havuzundan kullanmaktadırlar. Bu işlem, tüm canlılar aleminde bir süreklilik içinde, canlıların dünyamızda var olduğundan beri belirli bir düzen içinde devam etmektedir.
Bilimsel bu gerçekler ışığında tek tanrılı dinlerde topraktan geldik toprağa gideceğiz kutsal söylemi ve inancı anlam kazanmaktadır.
Ben canlılar arasındaki bu ilişkiye (akrabalığı) genler düzeyinden değil, geleceğin genetik biliminin açtığı pencereden bakarak, genleri oluşturan yapı taşları üzerinden kurgulamağa çalıştım. Böyle düşündüğümüzde hayatın sürekliliğini daha iyi algılama olanağımızda doğmaktadır. Çünkü gelecekte canlı mühendisliği bilimi, canlı tasarımında gelişmiş ülkeler çoktan geliştirmeğe başladıkları gen bankalarını kullanacaktır. Genetik bilimindeki bu gelişme çok uzak olmayan gelecekte, bazı karakterlerin (canlı özelliklerinin), yani genlerin de laboratuvar düzeyinde planlanması ve yapımına da olanak verecektir. İşte bu evre Canlı Mühendisliğidir. Zaten bilimsel becerilerimiz o düzeye ulaştığında, çağımıza isim verenlerden ikinci gelişme olan elektronikte, vazgeçilmez unsurlardan çiplerin belki ütopya olarak değerlendirilecek ama yakında, biyolojik olarak tasarlanması mümkün olabilecektir.
Genetik biliminde ulaşılan gelişme ve yakın gelecekte ulaşacağı aşama içinde bu olayları düşündüğümüzde, olanaksız gibi gelse de, ben gelecekte beni oluşturacak genleri atalarım yanında, bir laboratuvarda beni tasarlayan bir canlı mühendisinin planlamasından ve çalışmasından alacağım. O mühendis beni o toplumun çıkarı veya yaşayacağım ortamın koşullarına uyum doğrultusunda planlayacak ve yaşama getirecektir. Bu şekilde düşündüğümüzde de bugün insanoğlunun birçok değeri, hatta üzerinde tartışma dahi yapamayacağı dogmaları bu gelişmelerle çelişkiye düşecektir. Bugün genetik biliminde ulaşılan bilgileri algılamaktan yoksun büyük dünya nüfusu, acaba bu gelişmelerin kaynağını ne şekilde algılayacak ve yorumlayacaktır?
Neden böyle düşünüyorum? Belki, canlıya daima hücre ve moleküller düzeyinde bakmam, canlı mühendisliğinin inanılmaz gelişmesi, ayrıca son yirminci yüzyılda başlayan dünyanın önlenemez nüfus artışı ve doğanın inanılmaz tahribatının yakın zamanda gerçekleştireceği felakete inanmam ve insanoğlunun son asırda bilimdeki inanılmaz buluşları ve maratonu, bunun nedeni olabilir. İnsanoğlunun bir taraftan aşırı çoğalması ve bilinçsiz tüketim iştahı ile bir yılda doğaya 10 yılda verebileceği tahribatı yapması, dünyamızda dengelerin düzelemeyecek şekilde bozulması sonucu yaşanacak felaketler, dünya nüfusunu olumsuz etkileyecek ve dünya dengelerinin bozulduğu ortama, ancak genetiği değiştirilmiş bireylerin uyum sağlayabileceği gerçeğimdir.
Bu makaleyi okuyan ve ne dediğimi anlayanların beni hayalperest olarak tanımlamaları ihtimalinin oldukça fazla olacağı bilincindeyim. Bu nedenle makalenin yarı bilim kurgu olarak okunması ve algılanması gerekir. Ancak unutmayınız ki, dünyamızdaki bozulma, bugünkü aşırı tüketim arzusu azalmadığı sürece, insanoğlu hızla son istasyona yaklaşacak ve bu da belirli bir düzen içinde olan yaşamı paylaşan bizlerin felaketi olarak sonuçlanacaktır.  
Bu alandaki bilgi ve teknolojilere sahip çok az sayıdaki ülkelerde, hayat robotların yardımı veya cyborga dönüşmüş insanlar halinde devam ederken, dünyanın kaldıramayacağı boyutlarda çoğalmış olan insanlar diğerlerine göre bir alt grubu oluşturarak ilkel koşullarda hayatta kalma savaşı vereceklerdir.

Bu şekilde birazda bilim kurgu yapısı içinde anlatmağa çalıştığım olay, benim, insanoğlunun büyük bir felaketten sonra tekrar var oluş şeklini, son asırda genetik biliminde yaşanan gelişmeler ışığında çözümleme eksersizlerimden biridir. 

Etiketler: , , , ,

ÜLKEMİZDE TARIMSAL EĞİTİMİN YAPISI


Tarımda, Üniversite eğitiminin Ziraat Fakültelerinin bugünkü yapısı içinde yapılmasına akademik yaşamım boyunca karşıydım ve hala bu fikrimi koruyorum. Bugün ülkemizde farklı Bölümler düzeyinde verilen tarımsal eğitimin sonunda, mezun olan gence verdiğimiz sıfat ZİRAAT MÜHENDİSİ dir. Bu tanım gençlere değişik Bölümlerde verilen formasyonu tanımlamaktan çok uzaktır. Bir Zootekni veya ekonomi mezunu ile Bahçe veya Tarla Bitkileri Bölümlerinden mezun olan kişilere ayni meslek ismini vermenin pek mantığı yoktur. Gelin bunu diğer Bölümler bazında da inceleyelim. Bugün Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi bünyesinde 10 değişik Bölümde lisans eğitimi yapılmaktadır. Bunlardan Bahçe ve Tarla Bitkileri Bölümleri bitkisel, zootekni Bölümü ise hayvansal yetiştiricilik ve ıslah üzerinde eğitim yapmaktadır. Diğer 7 Bölümün doğrudan üretim ve ıslah ile ilgileri yoktur. Örneğin Tarımsal Yapılar Bölümü sulama ve tarımsal yapıları konu almaktadır. Yani mühendislik kısmı ağırlıklı bir bölümdür. Ayni şekilde Tarımsal mekanizasyon makine mühendisliği ağırlıklı bir bölümdür. Tarım ekonomisi ise ekonomi ve işletme ağırlıklı bir bölümdür. Bitki Koruma ise hastalık, zararlı ve yabancı otları konu alan, diğerlerinden çok farklı  bir konuda eğitim yapmaktadır. Siz bu kadar farklı konularda eğitim yapan ve kendi konularında formasyon veren bu birimlerden mezun olan kişilere Ziraat Mühendisi dediğinizde, bu Bölümlerde yapılan eğitimleri hem inkar etmiş ve hem de açıklamakta yetersiz kalırsınız. Bir ekonomist Ziraat Mühendisi olarak bir zooteknistin veya bahçecinin işini yapma bilgi ve becerisine sahip değildir. Bu örnekleri artırmak mümkündür.
Şimdi başka açıdan tarımsal eğitime bakalım. Tarımsal Mekanizasyon veya Tarımsal Yapılar Bölümlerinde verilen eğitimler makine ve inşaat mühendisliği disiplini içinde formasyon vermektedir. O halde niçin bu Bölümler ilgili Mühendislik Fakültelerinde eğitim almamaktadırlar. Ziraat Fakülteleri içinde genelde alacakları 3 – 4 saatlik genel derslerle bitkisel veya hayvansal yetiştirme ve ıslahı konularında beceri göstermelerine olanak yoktur. Diğer taraftan Mühendislik formasyonlarını da ilgili Fakültelerde yapmadıkları içinde bu konuda da yeterli olacaklarını iddia etmek mümkün değildir. Ayni şeyleri Tarım Ekonomisi için de söylemek mümkündür. Bu son örnekten yola çıkarak, işletme lisans eğitimi almış bir gencin,  Ziraat Fakültelerinin ilgili Bölümlerinde lisansüstü eğitim yapmaları, gerek kendilerine ve gerekse pratiğe çok daha yararlı olacaktır. Bu şekilde formasyon alan tarım işletmeleri konusunda uzman kişiler olacak ve sıfatları da Ziraat Mühendisi olmayacaktır.
Kendi konum olan Bitki Koruma Bölümüne de değinmek isterim. Bir kişi öncelikle bitki yetiştiricilik ve ıslahı konusunda lisans eğitimi yaptıktan sonra bitki koruma bölümünde bitki hastalıkları, zararlıları veya yabancı otlar konularından yalnızca birinde yüksek lisans yapmalıdırlar. Yurtdışında gelişmiş ülkelerin bazılarında, Bitki Koruma  Bölümü 3 kısma ayrılmıştır. Çünkü bitki hastalıkları, zararlıları veya yabancı otlar konuları arasında da temelde bir benzerlik yoktur. Ben lisans eğitimimi bahçe bitkileri üzerinde yaptıktan sonra, bitki sağlığının fitopatoloji anabilim dalında doktoramı yaptım. Bu nedenledir ki, akademik çalışmalarımda her yaptığım araştırmanın nasıl pratiğe verilebileceğini hedefledim. Yoksa bugün birçok Bölümde yapılan çalışmaların ana hedefi yalnızca akademik aşama yapmak olmaktadır. Lütfen kendi Bölümlerinize bakınız ve yapılan araştırmaların hangi oranda pratikte bir değer taşıdığına, yüksek sesle değil, kendi kendinize irdeleyiniz. Benim Üniversite yıllarında tüm Bölümlerden pratiğe verilen çalışma sayısının bir elin parmaklarından fazla olacağına inanmıyorum. Çünkü ben Rektörlüğe bağlı Merkez olarak tam anlamıyla uygulamalı araştırma yapan bir birim oluşturabilmiş şanslı akademisyenlerden biriydim.
Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım gibi bu örneklerden hareketle de, tarımsal eğitimin yapılandırılmasının hatalı olduğuna inanıyorum. Bu açıklamalardan şu sonuca varmanız çok mümkün. O halde Ziraat Mühendisleri, bitkisel üretimde Bahçe ve Tarla Bitkileri, Hayvansal üretimde de Zootekni Bölümünde formasyon alan kişilerdir. Şayet bu konularda çağımız bilgi düzeyine ve uluslararası Ziraat Mühendisliği formasyonuna uygun eğitim yapabilseydik, bu savımız doğru olabilirdi. Ne yazık ki, bizlerin lisans eğitim düzeyi çağımızın istediği bilgileri lisans öğrencilerine vermekten oldukça uzak kalmış ve kalmaktadır. Bunu daha iyi tanımlayabilmek için bitkisel ve hayvansal üretimin tanımını yapmak gereklidir. Bitkisel ve hayvansal üretim olarak tanımladığımız tarımdan amaç, insanoğlunun gereksinmelerini karşılamaktır. Bunun içinde bize verilen materyal bitkiler ve hayvanlardır. O halde ben tarımı, insanoğlunun çıkarları doğrultusunda bitki ve hayvansal organizmaları kullanarak, üretimi yönetme sanatı olarak tanımlamak isterim. Burada haddimi aşmamak için bir parantez açmak istiyorum. Bundan sonra açıklamağa çalışacaklarım daima bitkisel üretimi kapsayacaktır. Hayvansal üretim dalı yabancım olduğu için onu burada konumuzdan ayırmak isterim. Ancak yukarıdaki tanım onu da içermektedir.
Yalnız bir canlıyı insanın kendi çıkarları açısından yönetebilmesi için öncelikle onu fizyolojik olarak çok iyi tanıması gereklidir. Ancak bu fizyolojik olaylara müdahale edilerek bir canlının yönetimi mümkün olmaktadır. Burada ıslah konusuna da vurgu yapmak gerekir. Bu konuda insanoğlu, başlangıçta seleksiyon, sonra klasik ıslah, ardından hibrit ıslahı ile dayanıklı hatlar ve yüksek verimi hedeflemiştir. Ayrıca son 30 yıl içinde moleküler biyolojide yapılan inanılmaz ilerlemelerle canlı mühendisliğinin kapıları aralanmağa başlanmıştır. Bu ıslah yöntemleri sonucu ele alınan materyalin ekimi, dikimi, yetiştirilmesi ve beslenmesi esnasında da fizyolojik olarak bu canlıların yönetimi esas alınmıştır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında, ülkemiz, tarımda bu beceriyi gösterebilmiş midir? Ne yazık ki, buna evet demek mümkün değildir. Uzun yıllar ülkemiz genetik materyal bakımında dış ülkelerin pazarı olmuş ve hala olmaktadır. Ben konuşmalarımda devamlı olarak bu konuya açıklık getirebilmek için şu örneği vermekteyim. Bugün üretimi yaptığımız tek ve çok yıllık kültür bitkilerinin anaçları yurtdışından gelmektedir. Lütfen düşünün, bana Amasya elması dışında pazar değeri yüksek ihraç edilebilir, Ülkemizde ıslah edilmiş başka bir elma çeşidi söyleyebilir misiniz? Düne kadar bu durum sebzelerde de geçerliydi. Son yıllarda bu konuda bazı başarılı çalışmalar yapılmaktadır. Ama gelişmiş ülkeler genetik mühendisliği ile arayı açmaktadır.
Bitki yetiştiriciliğinde klasik makro besin maddeleri dışında bitki beslemedeki tüm gübreler ithal edilmektedir. İlaçlara gelince kükürt ve göztaşı dışında tüm bitki hastalık ve zararlıları ile yabancı ot ilaçları ithaldir. Nihayet bunlar bitkisel üretimin ana girdileridir. Peki, bunları uygulamakta teknik elemanlarımız ve üreticilerimiz yeterli bilgi ve beceriye sahip midirler? Buna da evet dememiz pek mümkün değildir. Kullanılan agrokimyasalların bitki bünyesinde, yani fizyolojisindeki etkileşim ve uğrayacağı değişimler bilinmeden, bu konuların bilindiğini iddia etmek ne yazık ki mümkün değildir. Peki, yukarıda teknik eleman olarak tanımladığım ziraat mühendisleri bu konuda niçin yetkin değildir. Ziraat Fakültesinde ders vermeğe başladığım 1970 yılının ilk yarısından itibaren üzerinde titizlikle durduğum bir konu, tarımsal eğitimin biyokimya ağırlıklı olması gereğidir. Emekli olduğum güne kadar Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesinde Bahçe ve Tarla Bitkileri ile Bitki Koruma Bölümleri lisans eğitiminde biyokimyayı temel derslerden biri olarak verdim. Bu gelenek bugün de devam etmektedir. Ancak eğitimcilerin çoğu bu nosyondan uzak kaldıkları için lisans eğitimi çağımızın gereksinmelerini karşılamaktan uzak kalmıştır. Bu açık, büyük agrokimyasal üreten yabancı firmaların, pazar olarak kullandıkları ülkemizde Ziraat Mühendislerine verdikleri meslek içi eğitimlerle kısmen kapanabilmektedir. Fakat bu hiçbir zaman yeterli olmamış ve olmamaktadır.
Yukarıda kısaca özetlediğim gibi artık Ziraat Fakültelerindeki bugünkü eğitim ve öğretim programı içinde çağdaş tarımı anlayacak ve girdileri bilinçli kullanacak Ziraat Mühendislerini yetiştirilmesine olanak yoktur. Artık tarım teorik olan biyoloji, zooloji, kimya, makine, elektronik, inşaat, genetik gibi bilim dallarının uygulama alanları haline gelmiştir. Bu gerçek daha geçen asrın başında gelişmiş ülkeler tarafından fark edilerek, eğitim programları buna göre planmış ve uygulamaya başlanmıştır.

Ancak son yıllarda lisansüstü eğitim için yurtdışına gönderilen genç kuşak akademisyenler, bu açığı kapatacak potansiyele sahiptirler. Bilgili, yetenekli ve çağdaş bilim adamları ülke gelişimi ve mutluluğun ana kaynağıdır. Gelişmiş ülkelere koşut, çağdaş eğitim programları, yukarıda dile getirdiğim ve çalıştığım sürece rahatsız olduğum olumsuzlukların yok edilmesinde en önemli faktördür. Yalnız bu gençlerin devlet bilim politikaları ile desteklenmesi ve yönetimlerinde rehberi bilim olan bağımsız araştırma kurumlarında çalışma olanağı bulmaları önkoşul olması gerekir.

Etiketler: , ,

15 Mart 2017 Çarşamba

ÜLKEMİZDE ÜNİVERSİTE İLE TANIŞMAM


Ben ve eşim Özden 1966 – 1970 yılları arasında bitki patoloji konularında doktora yapmak için Göttingen, Almanya George August Üniversitesinde bulunduk. Bu olay, ayni zamanda bizim Çukurova Üniversitesi ile bağlantı kurmamız için bir fırsat oldu. Doktora çalışmalarımızın sonuna doğru Üniversitemizin kurucularından ve o yıllarda Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Doçenti Sayın Mithat ÖZSAN iki üniversitenin işbirliği sonucu Almanya’ya gelmişti. Böylece benim tüm hayatımı olumlu etkileyecek bu eşsiz insanla tanışmam gerçekleşmiş oldu. O yıllarda benim ve eşimin en büyük endişelerinden biri, ülkeye dönüşte nerede çalışacağımız idi. 1970 Yılının başından itibaren ülkemizde Ziraat Fakültelerinin bulunduğu Ankara, Ege ve Atatürk Üniversitelerinin ilgili kürsülerine mektupla başvurmamıza rağmen, maalesef hiç kimse yurtdışında doktora yapmış elemanla çalışmak istemiyordu. Sayın ÖZSAN ile tanıştıktan belli bir süre sonra bizler Türkiye’de nerede çalışacağız endişesi içinde üzülürken, bize Adana’da kurulma aşamasında bulunan Ziraat Fakültesinde çalışma isteğimiz soruldu. Bu benim ve eşim için oldukça sevindirici bir haberdi. Çünkü bizler Türkiye’de o zaman mevcut 3 fakülteden de olumsuz haber almıştık, ayrıca Erzurum’da çalışmaya da pek istekli değildik. Sonuçta 1970 yılı 30 Mayıs günü Ankara Üniversitesi Adana Ziraat Fakültesine Dr. Asistan olarak işe başladık. Bu tarih Çukurova Üniversitesinin ataması yapılan ilk kadrolarıdır. Herkes beni Üniversitede bir Bitki Koruma Bölümü çalışanı olarak tanımasına karşın, ilk atamalarda eşim Özden Bitki Koruma, ben ise Gıda Bilimi kürsülerine atanmıştık. Ben hayatımdan memnundum, zira Almanya’da biyokimya ağırlıklı fizyopatoloji konusunda çalışmış ve mikrobiyoloji ile yakın ilişki içinde olmuştum.
Tayinimizden sonra Haziran ve Temmuz aylarında Ankara’da bulunmuş ve oradaki Bitki Koruma Bölümünde çalışmağa başlamıştık. Ağustos başlangıcında oradaki hayat bizlere pek çekici gelmediği için o anda Adana Ziraat Fakültesi dekanı ayni zamanda Ankara Ziraat Fakültesi Bitki Koruma Bölümü öğretim üyesi olan entomolog Sayın Prof. Dr. Akif KANSU’ya başvurarak Adana’ya gitme isteğimizi bildirdik. Hoca bu teklifi memnuniyetle karşılayarak Adana’da bir ev bulmak üzere bizi Adana’ya gönderdi. Eşim ve benim Adana’ya ilk gelişimiz böylece gerçekleşti. Ağustos ayının ilk yarısında Adana ve sıcağı ile tanıştık. Burada ufak bir anekdot. Adana o kadar sıcaktı ki dönüşte otobüs yolcu almak için Tarsus’a uğradığımızda eşim yanımda sıcaktan otobüs içinde bayılmıştı. Bu anıyı okuyanlar belki bunu biraz hayretle karşılayacak, ama unutmayınız ki anılan tarihte klimaların yalnız isimlerini biliyorduk ve her yaşam ortamında karşılaşılacak bir lüks değildi.
Bugün Üniversitemizde çalışanların çok azının bildiği bir husus ise Adana Ziraat Fakültesi levhasının asıldığı ilk binadır. Bu bina maalesef daha sonraları yıkılan Ziyapaşa Bulvarı üzerinde istasyona yakın batı cephesindeki ÖZMUCUR apartmanının giriş katıdır. Bu binaya girdiğimizde bizi o zaman Peyzaj Mimarisi kürsüsünün ilk öğretim elemanı olan Sayın Prof. Dr. Erdoğan GÜLTEKİN karşılamıştı. Şimdi anımsadığıma göre diğer kürsülere atanan asistanlar Adana’da bulunmuyorlardı. Bu binanın dış cephesindeki levha üzerinde bulunan yazı ANKARA ÜNİVERSİTESİ ADANA ZİRAAT FAKÜLTESİ DEKANLIĞI idi. Adana’nın tamamen yabancısı olan bizler, Sayın Gültekin’in yardımıyla bugün Metro sokağı olarak bilinen caddede bir daire kiraladık ve eşyaları taşımak üzere Ankara’ya döndük.
Adana Ziraat Fakültesinin asistanları kadrolu olarak atanmasına karşın, öğretim üyesi kadrosu Ankara Ziraat Fakültesi tarafından görevlendirilenlerden oluşuyordu. Her bir kürsü için bir öğretim üyesi görevlendirilmişti. Öğretim üyeleri genellikle Ankara’da bulunuyorlardı. Yalnızca ayın belli günleri Adana’ya geliyorlardı.
Adana’ya yerleştikten kısa bir süre sonra Dekanımız Sayın KANSU bana telefonla Köprüköy’deki Ziraat Okulunu teslim almam için talimat verdi. Köprüköy’e taşınmamızdan sonra, Özmucur Apartmanı terk edilerek Ankara’dan gelecek öğretim üyeleri için Köşk apartmanında bir daire kiralanmıştı. Köprüköy’deki okul 10 kürsüyü ve idari birimleri alacak büyüklükte olmadığı için biz Bitki Koruma kürsüsü olarak Adana Ziraat Okuluna komşu olan Adana Bölge Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsüne yerleştik ve Köprüköy’de barakalar yapılıncaya kadar uzunca bir süre bu Enstitüde kaldık. Artık tüm atanmış elemanlar Adana’da köprüköy’de çalışmağa başlamıştı.
Bu sırada zaman ilerlemiş 1971 yılına girmiştik. Yine unutamadığım anılarda biri de Dekanımız Sayın Kansu bana bir gün halen Çukurova Üniversitesinin bulunduğu arazide istimlâk işlemlerini başlatmam talimatıdır. O güne kadar istimlâk sözcüğünü duymamıştım ve ne olduğunu sorduğumda Devlet Su İşlerine giderek onlardan detayların öğrenebileceğim söylendi. Böylece ben iki yardımcı personel ile istimlâk işlerine başladım. Ancak birçoğumuzun bileceği gibi ferağ işlemleri esnasında imzanın Dekan tarafından atılması gerekiyordu. Bu sıralarda dekanlığa tüm personelin sevip saydığı rahmetli Sayın Prof. Dr. Kemal GÖKÇE hocamız atanmıştı ve O da zamanının büyük bir kısmın Ankara’da geçiriyordu. İstimlâk işlemlerinde onun yerine imza atabilmem için bana, yanlış anımsamıyorsam noterden imza yetkisi verilmişti. Böylece ben Ülkemizde beklide dekan adına imza yetkisi olan tek asistanı oldum. Bu arkadaşlar arasında uzun bir süre şaka konusu yapılmıştı.
İlk yıllara ait bu anılara son vermeden önce özellikle 3 noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Bunlar, yeni kurulan bir Üniversitenin Adana’nın sosyal yaşamında yerini alabilmesi için yapılan faaliyetler, Fakültenin atanan ilk asistanları ile Ankara’dan görevlendirilen öğretim üyeleri ile ilişkiler ve periyodik olarak toplanan Asistanlar Kuruludur.

Köprüköy Ziraat Okulu teslim alındıktan sonra artık tüm arkadaşlar bir aradaydık. Ankara’dan hocalar daha sıklıkla Adana’ya geliyorlardı. Adana halkı belki de bu olayları gazetelerden izliyorlardı. Diğer taraftan bizler de Adanalılar ile tanışmak ve sosyal yaşantımızı zenginleştirmek istiyorduk. Bu amaçla her ay diyebileceğim sıklıkla geceler düzenlemeğe başladık. Bu gecelerde tüm arkadaşlar ve eşleri elbirliği ile yiyecekler hazırlar, Ziraat okulunun bahçesi düzenlenir müzik yapılırdı. Geceler dans ve sohbetlerle oldukça renkli geçerdi. Böylece çok sayıda dostumuz olmuş ve bunlar Üniversitenin kuruluşunda gönüllü olarak çalışmışlardı. Hatta bu gecelerden bazıları şehirlerdeki mekânlarda da düzenlenmişti. Bu gelenek uzun yıllar yaşadı, fakat bildiğim kadarıyla artık unutuldu.
İkinci husus ise öğretim üyeleri ile asistanlar arasındaki ilişkilerdi. Bu arada Köprüköy’e taşındıktan sonra 1970 yılı sonu ve 1971 yılı başında tekrar asistan kadroları açılmış ve yeni arkadaşlar aramıza katılmışlardı. Adana Ziraat Fakültesi özellikle o tarihlerde yurtdışında doktora yapmış arkadaşları Fakülte kadrolarına almakta büyük atılım yapmıştı. Dünyanın çok farklı ülkelerinde doktora yapmış asistanlarımız olmuştu. Bunlardan bazılarının eşleri yabancıydı. Böylece oldukça renkli,  aralarında arkadaşlık bağları güçlü bir toplum oluşmuştu. Ankara’dan görevlendirilen öğretim üyeleri ile aramızda yaş farkı vardı. Burada isim vermeden şu hususu vurgulamak isterim. Bu öğretim üyelerinden bazıları ile olan ilişkilerde zaman zaman bazı çekişmeler bizi eğlendirmeğe başlamıştı. Klasik Türk Üniversitelerinde bulunmayan ve uzun zaman yurtdışında yaşayan bir kesim Dr. Asistan, Ankara’dan gelen bazı yaşlı öğretim üyelerinin bizden beklediği davranışları yerine getirmekte yetersiz olmağa başladık. Bunu daha açık ifade edebilmek için şu örnekleri verebilirim. Sayıca az olan bu öğretim üyeleri Adana’da iken her yaptığımızı bilmek ve bunları izin almadan yapmamamızı isterdi. Hatta bir gün topluca zılgıt yerken şu davranış bizlerden istenmişti. Yemekte dahi bırakın içki içmeyi,  öğretim üyesi yemeğe başlamadan elimize çatalı dahi alamayacağımız açık açık söylendi. Biz bir taraftan Adana halkı ile her ay toplanıp eğlenirken, bazı öğretim üyelerinin bu şekildeki beklentileri bize yersiz geliyordu. Ancak şunu söyleyebilirim ki sonunda bu davranışları bizlerden bekleyen bu büyüklerimiz bizim davranışlarımızdaki samimiyete, onlara duyduğumuz sevgi ve saygıya inanmış, en güzel ve renkli yaşantılarının Adana’da geçtiğini ifade etme büyüklüğünü göstermişlerdir.
Üçüncü olarak ise gelişen asistan kadrosu Fakültemizin başlangıç yıllarında rol ve görev alabilmek için yönetmeliklerde olmayan asistanlar kurulunu kurdu ve sürekli ve gündemli olarak toplanarak görüşlerini Dekanlığa iletmiştir.
Diğer güzel bir anı da, Üniversitemiz kurucu rektörü Sayın Prof. Dr. Mithat ÖZSAN’ın profesör oluşunda yapılan törendir. Bu kutlama Bölge Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde yapılmış ve anılarımızda kalan güzel bir olaydır.
Bir küçük anımı daha anlatmak isterim. 1970’li yıllarda Adana pamuk ağaları ve barları ile meşhurdu. Tabii biz erkek asistanlar için bar hayatını tanımak bir şekilde karşı konulmaz bir istekti. Nitekim sonuçta da öyle oldu. Bir şekilde evden izinsiz topluca barlara ziyaretler başladı. Anımsadığım kadar tüm erkek asistanlar bu ziyaretlere katılmışlardır. En büyük sorun evlere söylenecek beyaz yalanlardı. Hiç unutamayacağım bir olay şöyle gelişti. Ben yine arkadaşlar ile bara gitmiş, sabaha karşı eve gelmiştim. Özden uyanmış ve saatin kaç olduğunu sormuştu. Bende saat gece yarısı demiştim. Beni yalanlamak için lojmana 50 metre uzaktaki hoca sabah ezanını okumağa başladı. Gerisini sizler tahmin edebilirsiniz. Arkadaşlarda çok zengin bar hikâyeleri olduğuna inanıyorum. Sonuçta neler oldu biliyor musunuz? Biz erkekler barların düşünüldüğü kadar kötü yerler olmadığını göstermek için son ziyaretlerimizi eşlerimiz ile yapmağa başlamıştık. Eşler ile Adana barlarına gitmenin önderleri olduğumuz için bar sahipleri tarafından da hoş karşılanmıştık. Tabii bu ziyaretlerin az olması koşuluyla.

Bizim kuşak yani Üniversite kurÇömez, Dinazorulmadan önce Adana Ziraat Fakültesinin çekirdek kadrosunu oluşturulanlar (asistanlar) çok şanslı ve ancak yönetime gelme açısından da çok şansız bir kadroyu oluşturmuşlardır. Benim sürekli olarak şaka yollu ifade ettiğim gibi çömez geldik çömez gidiyoruz. Ne yazık ki çömez olarak gitmemize, bizden çok sonra Üniversite kadrolarına gelen ve birçoğu öğrencimiz olan genç yönetici kadrolar, bizim kuşağı dinozor olarak sıfatlandırarak ve bizlerle çalışmayı istemeyerek, mevcut çalışmalarımıza dahi izin vermediler. Ne yapalım hayat bu. Ben kendi adıma hayatımın en güzel yıllarını Çukurova Üniversitesi’nin kuruluşu ve gelişmesinde yaşadım. Bunun içinde her zaman tanrıya duacıyım. 

Etiketler: , , , , , , , , ,

TÜRKİYE’DE AKADEMİSYEN OLMAK


Bu konuyu kendi bakış açımdan irdelemek ve değerlendirebilmek için öncelikle kendimi sizlere ana hatları ile tanıtmam gerekir. Geçmişim hakkında çok özet olarak şunları yazabilirim. Edremit – Balıkesir 1939 doğumluyum. İlk ve ortaokulu Edremit ve liseyi yatılı olarak Balıkesir lisesinde okudum. O tarihlerde Balıkesir ilinin ilçelerinde lise bulunmamaktaydı. Üniversiteyi ise henüz kuruluşunun beşinci yılında Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinde tamamladım. Askerliği tamamladıktan sonra 1965 yılında Ankara Bölge Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde çalışmağa başladığımda, mesleğim açısından bir hususu çok iyi fark etme fırsatını yakaladım. Hiç kimsenin olmadığı Nematoloji laboratuarına atandığımda, bu konunun tamamen cahili olarak gerek Üniversitelerimiz ve gerekse devlet Araştırma Enstitülerinde hiç kimseden yardım alamayacağımın bilincine vardım. Bu konuda yurt dışında doktora yapmış bir büyüğümün öğüdünü bugün dahi unutamam. Bu öğüt “bitki hastalık veya zararlıları konusunda araştırmacı veya akademisyen olarak çalışmak istiyorsan, mutlaka yurt dışına gitmen ve orada doktoranı yapmak zorundasın” şeklindeydi. O zamanın hükümet politikaları açısından bizler bu fırsatı yakalayarak yurt dışında doktora yapabildik. Ben Almanya’da o zaman bitki patolojisi açısında popüler olan Göttingen Üniversitesi, bitki hastalıkları konusunda patofizyoloji ağırlıklı çalışan bir Araştırma Enstitüsünde bitki hastalıklarını metabolizma sapmaları yönünden inceleyen bir çalışma yaptım. Bu o yıllarda ülkemiz açısından da bir ilkti. Ben Türkiye bitki patolojisinde patofizyoloji çalışmaları yapan ve bu konuda birçok master ve doktora çalışması yöneten ilk akademisyeni oldum. Bugün artık bu konuda çalışma yapan birçok genç meslektaşım olduğunu övünçle burada belirtmek isterim. Aşağıdaki düşüncelerimi belirtmeden önce bir hususun daha bilinmesinde yarar olduğuna inanıyorum. Ben ve diğer arkadaşlarım 1970 yılında Adana Ziraat Fakültesinde işe başladığımızda, o zamanın kürsülerinde bize önderlik yapacak hocalarımız pek olmadı. Biz bu boşluğu yurt dışındaki gözlemlerimiz ve birazda kişiliğimizin bize verdiği becerilerle doldurmaya çalıştık. O zamanlar Üniversitelerimizde böyle bir olanağı bulmakta pek mümkün değildi. Bakış açısına göre şanslı veya çaresizdik. Ben kendimi bu açıdan daima şanslılar arasında saydım. Çünkü yurt dışındaki kazanımlarımızı uygulamakta, izin alacağımız bir otoritenin olmaması kendi açımdan bir şans idi.
Üniversitede geçen 33 yıla sığdırabildiğim akademik çalışma ve becerilerim ise özetle şöyle gelişti. 1970 Haziran ayında Adana Ziraat Fakültesi Ziyapaşa bulvarında bir apartmanın zemin katından ibaretti. Daha sonra Adana Ziraat Okuluna taşındık ve ilk laboratuvarlarımızı orada oluşturmaya başladık. Kuruluşun ilk yıllarında yapılması gereken o kadar çok rutin iş bulunmaktaydı ki, bizlerden birçoğu gerek iş yoğunluğu ve gerekse akademik altyapının olmamasından doktora veya doçentlik çalışmalarımızı yapmakta zorlanıyorduk. Ben ve eşim 1973 yılında NATO bursu ile tekrar yurtdışı olanağına kavuştuk ve doçentlik çalışmalarının çoğunu, gelişmiş yabancı ülke Üniversitelerinde yapma olanağı bulduk. Ben doçentlik konusu olarak, o yıllarda yurt dışında da yeni bir yöntem olan poliakrilamid jel elektroforez tekniği kullanarak, bitki patojenlerinin protein ve bazı enzim band dizilimleri yoluyla tanısı üzerinde çalıştım. Bu konu benim için de canlıları algılamam ve tarımı daha detaylı anlamama neden olmuştur. Nitekim ben bu tekniği kullanarak, 1974 yılında ülkemizde biber yetiştiriciliğinde epidemik hale gelmiş hastalığın etmenini teşhis ettim. Hastalık etmeni geçmiş iki yıldan beri Üniversite ve Bakanlık araştırıcıları tarafından araştırılmış ve bir sonuca varılmamıştı. Bu çalışma ile 1974 yılında doçentliğimi aldıktan sonra Bitki Koruma Kürsüsü Başkanı oldum. 1979 Yılında Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesinin asistanlıktan gelen ilk profesörü oldum. Cumhuriyet tarihinde de 4. Fitopatoloji profesörü oldum. 1982 Yılında Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı yaptım. Yine 1980 li yıllarda 7 yıl boyunca TÜBİTAK Tarım ve Ormancılık Araştırma Grup üyesi olarak çalıştım. 1980 Yılında ülke çapında turunçgil tarımı ve onu tehdit eden virüs ve virüs benzeri hastalıkları kapsayan geniş bir projeyi Tarım ve Ormancılık Bakanlığı ile ortaklaşa yapmağa başladık. Bu projenin gerek çalışma konularının kapsamı ve gerekse alınan sonuçlarının çok olumlu olması nedeniyle, bu çalışmaları sürdürmek amacıyla, Rektörümüz Sayın Prof. Dr. Mithat Özsan’ın teşvikleriyle “ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ SUBTROPİK MEYVELER ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİNİni kurdum ve 2002 yılına kadar bu birimin yöneticiliğini yaptım. Bu birimin ulusal ve uluslararası başarıları 1998 yılında çalışmalarım, ülkemizde tarım konusunda TÜBİTAK’ın ilk Araştırma Enstitüsü olan TÜBİTAK – ÇUKUROVA İLERİ TARIM TEKNOLOJİLERİ ARAŞTIRMA VE GELİŞTİRME ENSTİTÜSÜ nün kuruluşu ile taçlanmıştır. Tarımda gerek Bakanlık Araştırma birimleri ve gerekse Üniversitelerin dışında, temel kriteri bilim olan bir Araştırma Enstitüsünü kurmak, bende 20 yıl önce başlamış ve birazda o yıllar için ütopik olan bir hayaldi. Bu Enstitüyü 1980li yılların ikinci yarısında bir defa kurma aşamasına getirmeme karşın, Üniversitemizde bu birimin başına müdür olarak kim atanacak çekişmesi, maalesef benim ve dolayısıyla Üniversitemin bu şans ve fırsatı kaçırılmasına neden olmuştur. Ben üniversitemde çok sevip saydığım yöneticilerin bana uymayan isteklerine direnerek bu Araştırma Enstitüsünün kurulmasını 1998 yılında tekrar başardım ve 2002 yılına kadar tüm akademik yaşamım boyunca hayalim olan bu kuruluşun müdürlüğünü yapma şerefine nail oldum. Çalıştığım tüm bu 33 yıl süresince 20 Master, 20 Doktora çalışması ve çok sayıda ulusal ve uluslararası bireysel araştırma projesi yönettim. Çalışmalarımda gerekli olan maddi desteğin hemen hemen tamamına yakın kısmını yurtdışı projelerden, Dünya Bankası ve ortak projelerden ve yurt içinde Devlet Planlama Teşkilatı, TÜBİTAK, Tarım ve Orman Bakanlığı ve diğer kuruluşlardan sağladım. Üniversitem bu çalışmalarda gerek madden ve gerekse moral açısından sıcak ilgisini daima gösterdi. Çukurova Üniversitesi Subtropik Meyveler Araştırma ve Uygulama Merkezinin altyapısı için o tarihlerde yaklaşık 3 milyon Amerikan doları harcanmıştır. Bunun büyük kısmı Tarım ve Ormancılık Bakanlığının Dünya Bankasından aldığı krediler ile desteklenmiştir.
Bilimsel desteğin tamamına yakınını Amerika, İngiltere, İspanya, Almanya, İtalya gibi ülkelerin Araştırma kurumlarından sağladık. Birçok tekniği buralara gönderdiğim doktora öğrencilerinin çalışmaları yoluyla ülkemize transfer etme şansını bulduk.
Ayrıca Merkezde kurduğumuz döner sermaye sayesinde gerek yüksek lisans öğrencilerini yurtdışına gönderilmeleri ve gerekse konumuzla ilgili bilimsel toplantılarda çalışmalarımızı sunmak için arkadaşların finanse edilmesi sağlandı. Bunun sonucu proje yürütülen birimin bağımsız bir maddi kaynağa sahip olmasının ne büyük imkânlar sunduğunu yaşayarak öğrendim ve araştırma politikalarının tartışıldığı ortamlarda daima bu gerçeğin savunucusu oldum.
Bence önemli bir diğer konuda TURUNÇGİL BÜLTENİ isimli derginin 10 yıl boyunca yılda 3 defa olmak üzere bin aboneye ücretsiz olarak gönderilmesidir. Bu dergi, gerek ülkemizde turunçgiller ile ilgili sorunları, yapılan çalışmaları bire bir üretici ve danışmanlara iletmek ve gerekse Üniversite Üretici diyalogunu kurulmasında gerçekten çok yararlı olmuştur. Ayrıca bu yıllar içinde gerek yurtiçi ve gerekse yurtdışı bilimsel kuruluşlarda bu merkezde elde edilen sonuçlar sunulmuştur. Turunçgil Bülteninin tüm sayıları aşağıda adresini verdiğim Blog da yayımlanmıştır (https://turuncgilbulteni.blogspot.com.tr/). Ayrıca üreticilere dönük tüm Akdeniz ve Ege kıyısında turunçgil tarımı yapılan bölgelerde sayısız konferanslar düzenlenmiştir.
Peki, tarımın turunçgil gibi bir alanında ülkemizde akademik çalışmalar yapmak bana ne öğretti? 33 Yıl sonra geriye baktığımda neler görüyorum ve bu yılların akademik açıdan bana kazandırdığı ve benden aldıkları nelerdir? Bu soruyu çalışan veya emekli olan tüm akademisyenlerin kendilerine sormasını öneririm. Böylece Üniversitelerde bir ömrü tüketen bizlerin, benim yaptığım gibi “Ülkemizde Akademisyen Olmanın” getiri ve götürülerini ortaya koyma şansları olacağına gönülden inanıyorum. Ve bu konunun irdelenmesinin ülkemizdeki Üniversitemizin geleceği açısından çok önemli olduğuna inanıyorum.

Ben bu Blogda ayni zamanda gerek Üniversitemizin kuruluşuna, ilk yıllardaki üniversite yaşamıma ve gerekse bilimsel alandaki faaliyetlerime yer vereceğim. Böylece halen çalışan veya emekli meslektaşlarım ile yaşamımım paylaşırken, Üniversitenin bugünkü genç nesline hem akademik yaşamı ve hem de tarım, eğitim ve araştırma alanındaki izlenim ve düşüncelerimi iletmek istedim.

Etiketler: , , , , ,

4 Mart 2017 Cumartesi

BİR HAYALİM VARDI


Çukurova Üniversitesinde işe başladıktan yaklaşık 10 yıl sonra kendimi çok büyük bir projenin içinde buldum. Ancak 1970’li yıllarda önce doçentlik ve profesörlük işlemlerimi tamamlamış, 1980 yılının başından itibaren büyük bir grup yüksek lisans öğrencisiyle bitki patolojisinin değişik konularında yoğun bir araştırma atmosferine girmiştim.
1970 ve 1980 yılları arası yaşamım, Üniversitemizin kuruluş aşamasında olmasına rağmen, akademik olarak oldukça verimli geçti. 1970’li yılların ikinci yarısında o güne kadar benim içinde yabancı olan yerfıstıklarında aflotoksin çalışmalarını yapmış, aflotoksin üreten fungusu izole etmiştik. Henüz o yıllarda ülkemiz Bitki koruma Bölümlerinde kromotografik çalışmalar yoktu. Ayrıca buna ek olarak poliakrilamid jel tekniği kullanarak elde edilen total protein veya bazı özel enzim bantlarını kullanarak, bitki patojen funguslardan bazılarının tanısını yapar hale gelmiştik. Nitekim bu yolla 1974 yılında tüm ülke biberlerinde epidemik hale gelen Bakanlık ve Üniversite birimlerinin teşhis edemediği hastalık etmeni, bu yöntem ile belirlenmişti. Hatta bu çalışmaların daha ileri safhasında bu patojene karşı Höchst firmasının bir ilacının tedavi amaçlı kullanılabileceğini bulunca, bu firma beni para ile ödüllendirmek istemişti. Ama ben Bölümümüze bir araç verilmesi dileğinde bulunmuş ve dileğim bu firma tarafından da uygun bulununca, Almanya’da teslim bir Volkswagen minibüs Bölümümüze hibe edilmişti. 1980’li yılların başında toprak solarizasyon çalışmalarında başarılar sağlamış, bu tekniğin özellikle seralarda kullanılması için bir Teknik Bülten hazırlayarak tüm sera bölgelerindeki Bakanlık kuruluşlarına göndermiştik. Bugün hala bu teknik sera toraklarının solarizasyonu için üreticiler tarafından uygulanmaktadır. Daha sonra henüz ülkemiz için çok yeni olan doku kültürü tekniklerinin kullanımı ve bitki koruma sorunlarının çözümünde bu tekniklerden yararlanma yöntemlerini geliştirmek için doktora çalışmaları yaptık. Hatta Fusarium fungusu sıvı kültür sıvısındaki toksinlere dayanıklı domates hatlarını doku kültürü çalışmalarında elde etmiştik. Fakat o yıllarda ülkemizde domates ıslahı çalışmalarında bu hatları kullanabilecek altyapı bulunamadığı için Fusarium’ a dayanıklı bu hatların pratiğe aktarılması pek mümkün olmamıştı. Bunlara paralel viroid, virüs ve mikoplazmalar üzerinde başlayan çalışmalarımız, yeni olan birçok tekniğin ülkemizde kullanılmasını ve bunların araştırmalarda kullanılarak, tarımsal pratikte kullanılabilecek sonuçlar elde edilmesini sağlamıştır. Bu konularda birçok master ve doktora çalışması yapılmıştır. Örneğin turunçgillerde Stubborn hastalık etmeni Spiroplasma citri etmeninin laboratuvar koşullarında izolasyonu, turunçgillerde viroid çalışmaları, ELISA serolojik testinin virüs teşhisi için kullanılması, bilgisayar kontrollü seralarda 10 kadar virüs ve virüs benzeri hastalığını kapsayacak biyolojik endekslemeler, hasta damızlık ağaçlardan sağlıklı materyal elde edebilmek için bir doku kültürü tekniği ola in vitro sürgün ucu aşılama tekniği ve termoterapinin birlikte kullanılması, sağlıklı fidan üretiminde mikro aşı tekniği, topraksız kültür yetiştiriciliği, böcek korumalı seralar ve daha birçok yenilik ülkemizde bu araştırma gruba tarafından 1980–1990 yılları arasında başarıyla kullanılmıştır. Ülkemiz Turunçgil ağaçlarının istisnasız tümü, tarafımızca tespit edilen 16 virüs ve virüs etmeninin bir veya bir kaçı ile bulaşık olduğu belirlenmiştir. Böylece yine ülkemizde ilk defa yapılan yoğun bu laboratuvar çalışma sonuçları, ülkemiz üreticisinin kullanabileceği formata getirilmiş ve pratiğe verilmiştir.
Ben ilk 10 yılımdan sonra yani 1980 den itibaren daha çok lisansüstü eğitim ile ilgilendim. Doğal olarak lisans düzeyinde derslerim vardı ve öğrenciler ile beraber olmak, onlara gerek biyokimya ve gerekse bitki patolojisi derslerinde ülkemiz ve dünya tarımındaki yenilikleri anlatmak, onları bu bilinmezler içinde dolaştırarak ve onların yüzünde hayranlık ve ilgiyi görmek beni daima mutlu etmişti. Ama gene de benim ilgi alanım daha çok yüksek lisans olmuştur. Şimdi vereceğim bir örnek belki bu hususu daha net anlatabilecektir. Henüz ülkemizde moleküler biyolojinin adı yaygın olarak ülkemizde anılmazken, biz çalışma grubu olarak İngiltere’de yeni yayımlanmış bir moleküler biyoloji kitabını lisansüstü eğitimde bir sömestri içinde incelemiş ve kendimize yeni ufuklar açmıştık. Yanımda master yapan bir öğrencim doktora için İngiltere’ye gittiğinde, doktora dersi olarak kendisine bu ders söylendiğinde, bu dersi kendisinin Türkiye’de aldığını söylemesi hayret uyandırmış ve öğrencim bunu bana büyük bir sevinçle anlatmıştı. 
Burada parantez açarak bir düşüncemi sizlerle paylaşmak isterim. Bu çalışmaları yaptığımız zaman dilimi içinde fazla ders ücreti gibi bir garabet olmadığı için araştırmayı kendine amaç edinmiş kişiler, yukarıdaki örnekteki gibi konuları seçer ve bunları öğrencileri ile paylaşırdı. Biz bu konuları genellikle akşam 5 veya 6‘dan sonra işlerdik. O yıllarda laboratuvar ışıkları gece 22 – 23’ e kadar yanar ve Bölümlerin içi hayat dolu olurdu. Hatta bu durum o zamanın Rektörü ve çalışma hayatımın şansı Sayın Prof. Dr. Mithat Özsan’ın çok hoşuna gider, sık sık gece laboratuvarlarımızı ziyaret ederek gençlere moral verirdi. Fakat fazla ders ücreti bu sistemi bozmuş ve herkes haklı olarak daha fazla maddi imkân sağlamak isteyince, kurduğumuz düzen bundan olumsuz olarak etkilenmiştir. Demek istediğim, herkes kendi bildiği konuları işlediğinden, maalesef yenilikler göz ardı edilmeğe başlanmıştır.
Ancak kurduğum bu büyük çalışma grubunun çalışmalarını yapılabilmesi için büyük altyapılara gereksinme vardı. Laboratuvar sorunu Bölümde çözülmesine karşın, indekslemeler, damızlık materyalin üretimi ve saklanması için araştırma ve üretim seraları yanında elekevlerin yapımı gerekliydi. Biz Üniversite olarak Tarım ve Köyişleri Bakanlığına ülkemiz Turunçgil sorunlarını ortaklaşa araştırmak ve çözüm yolları araştırmak için Rektörümüz önderliğinde bir öneri götürdük ve bu girişim sonucu liderliğim altında ortak bir proje oluşturuldu. Bakanlık Dünya Bankası kredilerinden yararlanarak Üniversiteye ülkemizin ilk bilgisayar ve iklim kontrollü seralarını kurdu. Bu alan 1990 yılında Rektörlüğe bağlı benim liderliğimde Subtropik Meyveler Araştırma ve uygulama Merkezi haline getirildi. Daha sonra Merkezin döner sermayesi kaynakları ile finanse edilerek yapılan 12 da böcek kontrollü seralar hizmete sokuldu. Bir fikir oluşturmak için bu amaçla harcanan miktarı da belirtmek isterim. Merkez kuruluşunda yaklaşık 3 Milyon Amerikan doları harcanmıştır.
BİLGİSAYARLI SERALAR

BİLGİSAYARLI SERALAR

Tüm bunlar yaşanırken ben, 1982 yılında Fen ve Edebiyat Fakültesine Dekan olarak atandım. Sabahları Dekanlıkta, öğleden sonra gecenin ilerleyen saatlerine kadar Bölümde görev yaptım.
İşte yukarıda kısaca özetlediğim çalışma süreci içinde bir hayalim oluştu. Ülkenizin en büyük tarımsal potansiyeline sahip Doğu Akdeniz bölgesinde ülkemiz tarımında da bir ilki oluşturacak TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ kurmak. O yıllara kadar TÜBİTAK bünyesi içinde tarımın bitkisel üretimini ilgilendiren bir Araştırma Enstitüsü yoktu. Neden TÜBİTAK derseniz, ben o yıllar 7 yıl düzenli olarak TÜBİTAK - Tarım, Orman Çalışma Grubunun üyesiydim ve Rektörümüz Sayın ÖZSAN’ da başlangıçta bizim Grupta ve daha sonraları ise TÜBİTAK Bilim Kurulu üyesi olarak çalıştı. Böyle bir ortam bana TÜBİTAK Araştırma Enstitüsü hayalini kurmama neden oldu. Tek neden bu değildi. Benim yaptığım gibi büyük bir araştırmacı grubu ile geniş konuların araştırılmasına maddi olanak sağlamak, daima en önemli sorunların başında geliyordu. Ayrıca Bakanlık şemsiyesi altında tek doğrultusu bilim olan böyle bir enstitünün yaşatılması çok güçtü. Üniversitelerimiz böyle geniş çalışma gruplarının çalışmalarına ortam hazırlamakta, düşünce olarak uzak ve Araştırma Enstitüsü olarak yapılandırılacak kurumların yönetiminde tek doğrunun bilim olması fikrini kabulü oldukça zordu. Başlangıçta bizim şansımız Rektörümüzün Turunçgil alanında bir duayen olması ve yönetimi süresince Üniversitenin tüm birimlerinden araştırma politikasının oluşturulmasını istemesiydi. Böyle bir yöneticiye sahip olmak kendini araştırmaya adamış büyük çalışma gruplarının finansmanı ayrı bir sorundu. Hiç unutamam 1990’lı yılların zannederim ilk yarısında, araştırmalar sonucu virüs ve virüs benzeri hastalıklardan arıttığımız damızlık materyali ülkemiz üreticisine iletilebilmesi için Turunçgil fidanı üretimine başlamıştık. Merkezde tarafımızca eğitilmiş, mikro aşılama tekniğini, topraksız ortamda ve böcek korumalı seralarda üretim tekniklerini öğrenmiş 12 yardımcı personel çalışıyordu. Geçici olarak çalışan bu personelin çalışma izinleri Merkezimiz adına her yıl Maliye Bakanlığı tarafından Rektörlük bütçesine gönderiliyordu. Bir yılbaşında yeni düzenleme ile Üniversitemizin değişik birimlerinde çalışan personelin kadroları, zannederim, birazda azaltılarak torba kadro olarak Rektörlüğe gönderilmişti. Bu kadrolar Rektörlük tarafından ihtiyacı olan birimlere dağıtılacaktı. Sürpriz, Rektörlük 5 ay boyunca bize tek kadro dahi vermediği gibi bizi sorunlarımız ile baş başa bıraktı. Bu süre içinde bu personelin maaşları bölgemizin özel sektörü tarafından ödendi. Çünkü biz böyle geniş bir çalışmaya girdiğimizde her adımı bölge turunçgil üreticileri ve Çukurova Çiftçiler birliği ile paylaşıyorduk. Üretici Üniversitenin çalışmalarına inanmış ve sürekli desteğini eksik etmiyordu. Hiç unutamam Merkez olarak bir uluslararası turunçgil konferansı düzenlemiş ve yurt dışından bazı önder araştırıcıları konuşmacı olarak davet etmiştik. Bu düzenlememizde talebimiz olmadan Çiftçi Birliği önemli bir maddi desteği bizlere sağlamıştı. Üretici ve örgütlerini yanımızda hissetmek bize büyük moral kaynağı oluyordu.
Ben mevcut 12 yardımcı personelin ekonomik sorununu halletmek ve çalışmalarımıza devam edebilmek için çareler arar duruma düşmüştüm. Merkezin ve çalışmalarımızın devamlılığı benim için çok önemliydi ve Üniversitemden yardım alamaz durumdaydım. Bu çaresizlik içinde o yıllarda koalisyon hükümeti içinde olan ANAP İl Yönetimine başvurmak aklıma geldi. ANAP Adana il başkanına telefon ederek bölgemiz turunçgil endüstrisinin yapısı sorunları ve geleceği hakkında kendilerine bir brifing sunmak isteğimi ilettim. Bu isteğim parti il yönetimi tarafından uygun bulununca, ben kendilerine Merkezde Doğu Akdeniz bölgesi turunçgil endüstrisinin potansiyelini, sorunlarını ve Üniversitemizin bu alandaki çalışmalarını anlattım ve sonunda içinde bulunduğum çıkmazı anlatarak, yardımlarını istedim. Başkan bana birkaç gün sonra döneceğini söyleyerek bizlerden ayrıldı. Hemen ertesi gün il başkanı beni arayarak bir gün sonrası Maliye Bakanı ile randevumuz olduğunu müjdeledi. Başkan ile Ankara’da Maliye Bakanı Sayın Lütfullah KAYALAR ile buluştuk, sorunumu anlattığımda derhal yetkililere emir vererek mevcut işçi kadrosunun Çukurova Üniversitesi, Subtropik Meyveler adına çıkarılması için gerekli emirleri biz huzurda iken verdi. Hatta bu ziyarette unutamadığım bir anımda oldu. Sayın Lütfullah KAYALAR’ a takdim edildiğinde beni ismen Tarım ve Orman Bakanı olduğu esnada duyduğunu tanımaktan da memnuniyetini ifade etmişti. Böylece benim yardımcı personel sorunum Rektörlük disiplini dışına taşınmış oldu ve bir daha da yaşanmadı. Benim Merkezde fidan satışları sonucu oluşturduğum döner sermaye bilimsel çalışmalarımı genel bütçeden bağımsız hale getirmesi, araştırma ve lisansüstü yurtdışı eğitimlerde inanılmaz rahatlık sağlıyordu. Bu nedenledir ki, kurmayı hayal ettiğim Araştırma Enstitüsüne maddi destek sağlamak için Turunçgil ihracatına araştırma için çok ufak bir fon koymanın yollarını araştırıyorduk.
Merkezde bu çalışmalar bu kadar yoğunlaşmadan önce 1990 yılların başında, Sayın ÖZSAN daha TÜBİTAK Bilim Kurulu üyesi iken, Üniversitemiz bünyesi içinde bir TÜBİTAK ARAŞTIMA ENSTİTÜSÜNÜN kurulmasına karar verildi ve Enstitü Başkanı için Üniversitemizden isim istendi. İşte bu aşama benim için sürpriz oldu. Çünkü Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü, yeni kurulacak Enstitü Başkanının kendilerinden olmasını istedi. Bana da başkan yardımcılığı önerildi. Tüm projeler, çalışmalar benim tarafımdan planlanmış ve başlatılmıştı. Hatta bu konuda birçok master ve doktora çalışması yapılmış ve birçok yüksek lisans öğrencimi yurt dışına göndererek eğitmiş ve birçok tekniğin ülkemize transferini sağlamıştım. Böyle bir öneriyi kabul etmem imkânsızdı. Ben bunu Sayın ÖZSAN’ açık bir dille anlattım. Çalışma grubum olmadan böyle bir Enstitünün kurulması düşünülemeyeceği ayrı bir gerçekti. Tüm bu gerçeklere rağmen benim ismim Üniversitem tarafından Başkan adayı olarak TÜBİTAK’a bildirilmedi. Böylece benim hayallerim yıkılmış oldu. Ancak Merkezde çalışmalar ilerledikçe bendeki Enstitü hayali beni rahat bırakmıyordu. TÜBİTAK BİLİM KURULUNA Sayın Prof. Dr. Aytekin BERKMAN seçilmişti ve kendisi Ziraat Fakültesi Dekanlığı zamanından benim yaptıklarımı biliyordu. Ben kendisine konuyu ve geçmişi anlatarak yardımlarını istedim. Buradan öncelikle kendisine TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜ’ sünün ikinci defa kurulması aşamasında, bana ve grubuma yaptığı yardımlar için teşekkür ve minnet duygularımı iletmek isterim. TÜBİTAK Bilim Kurulu birkaç defa Merkezimizi ziyaret etti ve benden brifingler aldı. Çalıştığım süre içinde bende gelişen bir diğer alışkanlık ise, fırsatını buldukça gelişmiş ülkelerdeki tarımı ve ülkemiz gerçeğini anlatmak olmuştur. Hatta bu brifinglerdeki görüşlerimi ve mevcut notlarımı, Bilim Kurulu üyesi olan eski maliye bakanlarından Sayın Atilla KARAOSMANOĞLU benden rica etmişti. Hatta bu ziyaretler esnasında Bilim Kurulu üyesi Sayın Erdal İNÖNÜ’ yü de birkaç defa misafir etme onurunu tatmıştım. Sonuçta hayalim gerçekleşti. Ben Üniversitem arada olmadan TÜBİTAK ile bire bir temas kurarak, onları tarım alanında ilk Araştırma Enstitülerini kurmaya ikna etmiştim. Detaylı bir çalışmalar sonucu Enstitü ismi TÜBİTAK–ÇUKUROVA İLERİ TARIM TEKNOLOJİLERİ ARAŞTIRMA VE GELİŞTİRME ENSTİTÜSÜ olarak belirlendi ve kurucu Enstitü Başkanlığı şerefi de bana verildi. 1998 yılında kurulan Enstitü beni çok mutlu etmişti. Uzun yıllardan beri hayal ettiğim Araştırma Enstitüme kavuşmuştum. Ama bundan sonra yapılacak daha çok iş vardı. Ben bu yıldan itibaren hem Merkez ve hem de Enstitü müdürü olarak görev yapmağa başladım. Böyle bir Enstitünün Üniversite bünyesi içinde yaşaması ve gelişmesine pek olanak yoktu. Bunun üzerine Enstitü için Doğu Akdeniz bölgesinde yer arayışına girdim. Bu arada bana bölgenin büyük üreticileri yardım etmeğe başlamışlardı. Ancak işler oldukça ağır gidiyordu. Bu işlerin kotarılması için hükümet nezdinde girişim yapabilecek kişilere ihtiyacım vardı.
Tüm bunlar yaşanırken, 2002 yılında yeni seçilen Sayın Rektörümüz bir gün benimle çalışmak istemediğini söyledi. Yapabileceğim pek bir şey kalmamıştı. Kendisinden bana bir ay süre vermesini rica ettim ve bu sürenin sonunda Rektör ve yardımcılarına bir brifing vererek, Kasım 2002 tarihinde Merkezimden ve yılların hayali olan Enstitümden ayrıldım. Benimle beraber çalışma arkadaşlarımda ayrılarak kendi Bölümlerindeki laboratuvarlarına döndüler.
Biliyor musunuz, yılların hayali olan ve tarımın ilk TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ artık yok. Çünkü ona hayat veren ben ve çalışma grubumdaki genç meslektaşlarımın hayalleri idi. Onu yaşatmadılar, maalesef daha bebeklik çağında o da mazi oldu. Bana ise “çalışma hayatımda BİR HAYALİM VARDI” diyerek, o güzel günleri anmak ve böyle bir BLOG yazısında siz akademisyenlerle dertleşmek kaldı. Tüm yaşam çemberi içinde iki tip insan vardır. Birinciler emek vererek üretenler, ikinciler ise kendileri üretmediği gibi empatiden uzak olarak üretenleri hedef alanlar. Bu husus hemen hemen hepimizin bildiği bir ülke gerçeğidir. Bunu bende biliyor, ama genellikle beni iyi tanıyan ve iyi sorgulayan yöneticilerim tarafından korunmuştum. Bu ayrıcalığı uzun zaman yaşadım. Ama bir an geldi ki, benim doğal olarak algıladığım o korunma kalkanı, meğer bizim gibi henüz bilim toplumu olmamış ülkelerde bir lüksmüş. Ben bu tarafını hiç göremedim. Sandım ki yaptıklarım ve Üniversitede yarattığım kuruluş ve bilim havası beni hep koruyacak. Ama öyle olmadı. Esasında o yıllarda dahi akademisyenlerin kaderi daima Dekan veya Rektörün iki dudağı arasında olmuştur. Neden derseniz, beni yakından tanıyanların benden, bu hususu açıklayan başka bir deyişi de sıklıkla duymuşlardır. Henüz bilim devleti olamamış gelişmekte olan ülkelerde bilim yapmak, Müslüman mahallesinde salyangoz satmağa benzer. Yaptıklarınız sizin çalışma süresi ile sınırlıdır. Ben buna Üniversitemde örnek teşkil etmekteyim. Yukarıda yaptıklarımı ve hayallerimi sizlerle paylaştığım. Benim generasyonumda hiçbir akademisyenin hayal edemeyeceği projeler gerçekleştirdim ve çalışma birimleri kurdum. Yalnız Merkez kuruluşuna 3 Milyon Amerikan doları harcadım. Üniversitemin bunda katkısı 1/30 kadardır. Peki, ne oldu, ben ayrıldım ve süreklilik olmadığı için bir ömür harcanarak yaratılan bilim düzeyi ve kurumlar buharlaşıp kayboldu. Ve bunun hesabı Üniversite yönetimlerince maalesef sorulmadı. O halde ben ülkemizde bilim yapmanın Müslüman mahallesinde salyangoz satma benzetmesi ile açıklamamda haklı olmaktayım. Öğrencilerime hep tavsiyem bilim yapacaksanız, lütfen bilimi politika edinmiş ve bu konuda özgün kuruluş ve projeleri olan ülkelere gidiniz. Benim bunu söylediğimde ülke dışına çıkış bugünkü kadar kolay olmamasına rağmen, bunu başaran arkadaşlarım oldu. Sonra sürekli olarak kamuoyunda sorulur, niçin beyin göçü var?
Bu makaleyi yazıp yazmamakta çok düşündüm. Ama benim önümde beni uyaracak akademisyenler olsaydı, çalışmalarım esnasında beklide beni yaşadığım olumsuzluklardan koruyacak önlemleri baştan alabilirdim. Üniversitelerimizde mutlaka benim gibi hayalperestler vardır. Benim yaşamım onlar için bir yol gösterici olursa, uğraşlarım yine de boşa geçmemiş olur.
Belki aklınıza Merkezden ayrıldıktan sonra bu konudaki çalışmaların ne olduğu sorusu gelebilir. Her dönem yaptıklarını ulusal ve uluslararası konferanslarda sunan Merkez’den son 14 yıldır hiçbir tek bir akademik ses ne yurt içinde ne de yurt dışında duyulmadı. Çünkü benden sonra bu kurumların başına yapılan atamalarda ne yazık ki liyakat aranmadı. Bunun sonucu benim hayal dünyamın eseri olan MERKEZ ve TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ de unutuldu gitti.
Çukurova Üniversitesinde çalışmak benim için hayat tutkum oldu ve her şeye rağmen böyle bir olanak bana lütfedildiği için kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Ama bu deneyimle tekrar böyle bir hayat dilimi yaşamak ister misin diye sorulursa, vereceğim yanıt maalesef hayırdır. Çünkü yetiştirdiğim meslektaşlarım dışında arkamda tüm uğraşlarıma rağmen yaşayan ve ülkeme yararlı bir eser bırakamadım.
İnsanlar bilmeden başkalarına ne kadar büyük zararlar verebiliyor. Bunlardan korunmak için Üniversitelerimizde Dekan ve Rektörlerin atanmasında bilimsel ve yönetim liyakatleri bir şekilde aranmalı ve sağlık bilimleri ayrı kampüslar halinde kurulmalıdır.








Etiketler: , , , , ,