Çukurova
Üniversitesinde işe başladıktan yaklaşık 10 yıl sonra kendimi çok büyük bir
projenin içinde buldum. Ancak 1970’li yıllarda önce doçentlik ve profesörlük
işlemlerimi tamamlamış, 1980 yılının başından itibaren büyük bir grup yüksek
lisans öğrencisiyle bitki patolojisinin değişik konularında yoğun bir araştırma
atmosferine girmiştim.
1970
ve 1980 yılları arası yaşamım, Üniversitemizin kuruluş aşamasında olmasına
rağmen, akademik olarak oldukça verimli geçti. 1970’li yılların ikinci yarısında
o güne kadar benim içinde yabancı olan yerfıstıklarında aflotoksin
çalışmalarını yapmış, aflotoksin üreten fungusu izole etmiştik. Henüz o
yıllarda ülkemiz Bitki koruma Bölümlerinde kromotografik çalışmalar yoktu.
Ayrıca buna ek olarak poliakrilamid jel tekniği kullanarak elde edilen total
protein veya bazı özel enzim bantlarını kullanarak, bitki patojen funguslardan
bazılarının tanısını yapar hale gelmiştik. Nitekim bu yolla 1974 yılında tüm
ülke biberlerinde epidemik hale gelen Bakanlık ve Üniversite birimlerinin
teşhis edemediği hastalık etmeni, bu yöntem ile belirlenmişti. Hatta bu
çalışmaların daha ileri safhasında bu patojene karşı Höchst firmasının bir
ilacının tedavi amaçlı kullanılabileceğini bulunca, bu firma beni para ile
ödüllendirmek istemişti. Ama ben Bölümümüze bir araç verilmesi dileğinde
bulunmuş ve dileğim bu firma tarafından da uygun bulununca, Almanya’da teslim
bir Volkswagen minibüs Bölümümüze hibe edilmişti. 1980’li yılların başında
toprak solarizasyon çalışmalarında başarılar sağlamış, bu tekniğin özellikle
seralarda kullanılması için bir Teknik
Bülten hazırlayarak tüm sera bölgelerindeki Bakanlık kuruluşlarına
göndermiştik. Bugün hala bu teknik sera toraklarının solarizasyonu için
üreticiler tarafından uygulanmaktadır. Daha sonra henüz ülkemiz için çok yeni
olan doku kültürü tekniklerinin kullanımı ve bitki koruma sorunlarının
çözümünde bu tekniklerden yararlanma yöntemlerini geliştirmek için doktora
çalışmaları yaptık. Hatta Fusarium
fungusu sıvı kültür sıvısındaki toksinlere dayanıklı domates hatlarını doku
kültürü çalışmalarında elde etmiştik. Fakat o yıllarda ülkemizde domates ıslahı
çalışmalarında bu hatları kullanabilecek altyapı bulunamadığı için Fusarium’ a dayanıklı bu hatların
pratiğe aktarılması pek mümkün olmamıştı. Bunlara paralel viroid, virüs ve
mikoplazmalar üzerinde başlayan çalışmalarımız, yeni olan birçok tekniğin
ülkemizde kullanılmasını ve bunların araştırmalarda kullanılarak, tarımsal pratikte
kullanılabilecek sonuçlar elde edilmesini sağlamıştır. Bu konularda birçok
master ve doktora çalışması yapılmıştır. Örneğin turunçgillerde Stubborn
hastalık etmeni Spiroplasma citri etmeninin laboratuvar koşullarında
izolasyonu, turunçgillerde viroid çalışmaları, ELISA serolojik testinin virüs
teşhisi için kullanılması, bilgisayar kontrollü seralarda 10 kadar virüs ve
virüs benzeri hastalığını kapsayacak biyolojik endekslemeler, hasta damızlık ağaçlardan
sağlıklı materyal elde edebilmek için bir doku kültürü tekniği ola in vitro
sürgün ucu aşılama tekniği ve termoterapinin birlikte kullanılması, sağlıklı
fidan üretiminde mikro aşı tekniği, topraksız kültür yetiştiriciliği, böcek
korumalı seralar ve daha birçok yenilik ülkemizde bu araştırma gruba tarafından
1980–1990 yılları arasında başarıyla kullanılmıştır. Ülkemiz Turunçgil
ağaçlarının istisnasız tümü, tarafımızca tespit edilen 16 virüs ve virüs
etmeninin bir veya bir kaçı ile bulaşık olduğu belirlenmiştir. Böylece yine
ülkemizde ilk defa yapılan yoğun bu laboratuvar çalışma sonuçları, ülkemiz
üreticisinin kullanabileceği formata getirilmiş ve pratiğe verilmiştir.
Ben
ilk 10 yılımdan sonra yani 1980 den itibaren daha çok lisansüstü eğitim ile
ilgilendim. Doğal olarak lisans düzeyinde derslerim vardı ve öğrenciler ile
beraber olmak, onlara gerek biyokimya ve gerekse bitki patolojisi derslerinde
ülkemiz ve dünya tarımındaki yenilikleri anlatmak, onları bu bilinmezler içinde
dolaştırarak ve onların yüzünde hayranlık ve ilgiyi görmek beni daima mutlu etmişti.
Ama gene de benim ilgi alanım daha çok yüksek lisans olmuştur. Şimdi vereceğim
bir örnek belki bu hususu daha net anlatabilecektir. Henüz ülkemizde moleküler
biyolojinin adı yaygın olarak ülkemizde anılmazken, biz çalışma grubu olarak
İngiltere’de yeni yayımlanmış bir moleküler biyoloji kitabını lisansüstü
eğitimde bir sömestri içinde incelemiş ve kendimize yeni ufuklar açmıştık.
Yanımda master yapan bir öğrencim doktora için İngiltere’ye gittiğinde, doktora
dersi olarak kendisine bu ders söylendiğinde, bu dersi kendisinin Türkiye’de
aldığını söylemesi hayret uyandırmış ve öğrencim bunu bana büyük bir sevinçle
anlatmıştı.
Burada
parantez açarak bir düşüncemi sizlerle paylaşmak isterim. Bu çalışmaları
yaptığımız zaman dilimi içinde fazla ders ücreti gibi bir garabet
olmadığı için araştırmayı kendine amaç edinmiş kişiler, yukarıdaki örnekteki
gibi konuları seçer ve bunları öğrencileri ile paylaşırdı. Biz bu konuları
genellikle akşam 5 veya 6‘dan sonra işlerdik. O yıllarda laboratuvar ışıkları
gece 22 – 23’
e kadar yanar ve Bölümlerin içi hayat dolu olurdu. Hatta bu durum o zamanın
Rektörü ve çalışma hayatımın şansı Sayın Prof. Dr. Mithat Özsan’ın çok hoşuna
gider, sık sık gece laboratuvarlarımızı ziyaret ederek
gençlere moral verirdi. Fakat fazla ders ücreti bu sistemi bozmuş ve herkes
haklı olarak daha fazla maddi imkân sağlamak isteyince, kurduğumuz düzen bundan
olumsuz olarak etkilenmiştir. Demek istediğim, herkes kendi bildiği konuları
işlediğinden, maalesef yenilikler göz ardı edilmeğe başlanmıştır.
Ancak
kurduğum bu büyük çalışma grubunun çalışmalarını yapılabilmesi için büyük
altyapılara gereksinme vardı. Laboratuvar sorunu Bölümde çözülmesine karşın,
indekslemeler, damızlık materyalin üretimi ve saklanması için araştırma ve
üretim seraları yanında elekevlerin yapımı gerekliydi. Biz Üniversite olarak Tarım
ve Köyişleri Bakanlığına ülkemiz Turunçgil sorunlarını ortaklaşa araştırmak ve
çözüm yolları araştırmak için Rektörümüz önderliğinde bir öneri götürdük ve bu
girişim sonucu liderliğim altında ortak bir proje oluşturuldu. Bakanlık Dünya
Bankası kredilerinden yararlanarak Üniversiteye ülkemizin ilk bilgisayar ve
iklim kontrollü seralarını kurdu. Bu alan 1990 yılında Rektörlüğe bağlı benim
liderliğimde Subtropik Meyveler Araştırma ve uygulama Merkezi haline getirildi.
Daha sonra Merkezin döner sermayesi kaynakları ile finanse edilerek yapılan 12
da böcek kontrollü seralar hizmete sokuldu. Bir fikir oluşturmak için bu amaçla
harcanan miktarı da belirtmek isterim. Merkez kuruluşunda yaklaşık 3 Milyon
Amerikan doları harcanmıştır.
 |
BİLGİSAYARLI SERALAR |
 |
BİLGİSAYARLI SERALAR |
Tüm
bunlar yaşanırken ben, 1982 yılında Fen ve Edebiyat Fakültesine Dekan olarak
atandım. Sabahları Dekanlıkta, öğleden sonra gecenin ilerleyen saatlerine kadar
Bölümde görev yaptım.
İşte
yukarıda kısaca özetlediğim çalışma süreci içinde bir hayalim oluştu. Ülkenizin
en büyük tarımsal potansiyeline sahip Doğu Akdeniz bölgesinde ülkemiz tarımında
da bir ilki oluşturacak TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ
kurmak. O yıllara kadar TÜBİTAK bünyesi içinde tarımın bitkisel üretimini
ilgilendiren bir Araştırma Enstitüsü yoktu. Neden TÜBİTAK derseniz, ben o
yıllar 7 yıl düzenli olarak TÜBİTAK - Tarım, Orman Çalışma Grubunun üyesiydim
ve Rektörümüz Sayın ÖZSAN’ da başlangıçta bizim Grupta ve daha sonraları ise
TÜBİTAK Bilim Kurulu üyesi olarak çalıştı. Böyle bir ortam bana TÜBİTAK
Araştırma Enstitüsü hayalini kurmama neden oldu. Tek neden bu değildi. Benim
yaptığım gibi büyük bir araştırmacı grubu ile geniş konuların araştırılmasına
maddi olanak sağlamak, daima en önemli sorunların başında geliyordu. Ayrıca
Bakanlık şemsiyesi altında tek doğrultusu bilim olan böyle bir enstitünün
yaşatılması çok güçtü. Üniversitelerimiz böyle geniş çalışma gruplarının
çalışmalarına ortam hazırlamakta, düşünce olarak uzak ve Araştırma Enstitüsü
olarak yapılandırılacak kurumların yönetiminde tek doğrunun bilim olması
fikrini kabulü oldukça zordu. Başlangıçta bizim şansımız Rektörümüzün Turunçgil
alanında bir duayen olması ve yönetimi süresince Üniversitenin tüm
birimlerinden araştırma politikasının oluşturulmasını istemesiydi. Böyle bir
yöneticiye sahip olmak kendini araştırmaya adamış büyük çalışma gruplarının
finansmanı ayrı bir sorundu. Hiç unutamam 1990’lı yılların zannederim ilk
yarısında, araştırmalar sonucu virüs ve virüs benzeri hastalıklardan
arıttığımız damızlık materyali ülkemiz üreticisine iletilebilmesi için Turunçgil
fidanı üretimine başlamıştık. Merkezde tarafımızca eğitilmiş, mikro aşılama
tekniğini, topraksız ortamda ve böcek korumalı seralarda üretim tekniklerini
öğrenmiş 12 yardımcı personel çalışıyordu. Geçici olarak çalışan bu personelin
çalışma izinleri Merkezimiz adına her yıl Maliye Bakanlığı tarafından Rektörlük
bütçesine gönderiliyordu. Bir yılbaşında yeni düzenleme ile Üniversitemizin
değişik birimlerinde çalışan personelin kadroları, zannederim, birazda
azaltılarak torba kadro olarak Rektörlüğe gönderilmişti. Bu kadrolar Rektörlük
tarafından ihtiyacı olan birimlere dağıtılacaktı. Sürpriz, Rektörlük 5 ay
boyunca bize tek kadro dahi vermediği gibi bizi sorunlarımız ile baş başa
bıraktı. Bu süre içinde bu personelin maaşları bölgemizin özel sektörü
tarafından ödendi. Çünkü biz böyle geniş bir çalışmaya girdiğimizde her adımı
bölge turunçgil üreticileri ve Çukurova Çiftçiler birliği ile paylaşıyorduk.
Üretici Üniversitenin çalışmalarına inanmış ve sürekli desteğini eksik
etmiyordu. Hiç unutamam Merkez olarak bir uluslararası turunçgil konferansı
düzenlemiş ve yurt dışından bazı önder araştırıcıları konuşmacı olarak davet
etmiştik. Bu düzenlememizde talebimiz olmadan Çiftçi Birliği önemli bir maddi
desteği bizlere sağlamıştı. Üretici ve örgütlerini yanımızda hissetmek bize büyük
moral kaynağı oluyordu.
Ben
mevcut 12 yardımcı personelin ekonomik sorununu halletmek ve çalışmalarımıza
devam edebilmek için çareler arar duruma düşmüştüm. Merkezin ve
çalışmalarımızın devamlılığı benim için çok önemliydi ve Üniversitemden yardım
alamaz durumdaydım. Bu çaresizlik içinde o yıllarda koalisyon hükümeti içinde
olan ANAP İl Yönetimine başvurmak aklıma geldi. ANAP Adana il başkanına telefon
ederek bölgemiz turunçgil endüstrisinin yapısı sorunları ve geleceği hakkında
kendilerine bir brifing sunmak isteğimi ilettim. Bu isteğim parti il yönetimi
tarafından uygun bulununca, ben kendilerine Merkezde Doğu Akdeniz bölgesi
turunçgil endüstrisinin potansiyelini, sorunlarını ve Üniversitemizin bu
alandaki çalışmalarını anlattım ve sonunda içinde bulunduğum çıkmazı anlatarak,
yardımlarını istedim. Başkan bana birkaç gün sonra döneceğini söyleyerek
bizlerden ayrıldı. Hemen ertesi gün il başkanı beni arayarak bir gün sonrası
Maliye Bakanı ile randevumuz olduğunu müjdeledi. Başkan ile Ankara’da Maliye Bakanı
Sayın Lütfullah KAYALAR ile buluştuk, sorunumu anlattığımda derhal yetkililere
emir vererek mevcut işçi kadrosunun Çukurova Üniversitesi, Subtropik Meyveler
adına çıkarılması için gerekli emirleri biz huzurda iken verdi. Hatta bu
ziyarette unutamadığım bir anımda oldu. Sayın Lütfullah KAYALAR’ a takdim
edildiğinde beni ismen Tarım ve Orman Bakanı olduğu esnada duyduğunu tanımaktan
da memnuniyetini ifade etmişti. Böylece benim yardımcı personel sorunum
Rektörlük disiplini dışına taşınmış oldu ve bir daha da yaşanmadı. Benim
Merkezde fidan satışları sonucu oluşturduğum döner sermaye bilimsel
çalışmalarımı genel bütçeden bağımsız hale getirmesi, araştırma ve lisansüstü
yurtdışı eğitimlerde inanılmaz rahatlık sağlıyordu. Bu nedenledir ki, kurmayı
hayal ettiğim Araştırma Enstitüsüne maddi destek sağlamak için Turunçgil
ihracatına araştırma için çok ufak bir fon koymanın yollarını araştırıyorduk.
Merkezde
bu çalışmalar bu kadar yoğunlaşmadan önce 1990 yılların başında, Sayın ÖZSAN
daha TÜBİTAK Bilim Kurulu üyesi iken, Üniversitemiz bünyesi içinde bir TÜBİTAK
ARAŞTIMA ENSTİTÜSÜNÜN kurulmasına karar verildi ve Enstitü Başkanı için
Üniversitemizden isim istendi. İşte bu aşama benim için sürpriz oldu. Çünkü
Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü, yeni kurulacak Enstitü Başkanının
kendilerinden olmasını istedi. Bana da başkan yardımcılığı önerildi. Tüm projeler,
çalışmalar benim tarafımdan planlanmış ve başlatılmıştı. Hatta bu konuda birçok
master ve doktora çalışması yapılmış ve birçok yüksek lisans öğrencimi yurt dışına
göndererek eğitmiş ve birçok tekniğin ülkemize transferini sağlamıştım. Böyle
bir öneriyi kabul etmem imkânsızdı. Ben bunu Sayın ÖZSAN’ açık bir dille
anlattım. Çalışma grubum olmadan böyle bir Enstitünün kurulması
düşünülemeyeceği ayrı bir gerçekti. Tüm bu gerçeklere rağmen benim ismim
Üniversitem tarafından Başkan adayı olarak TÜBİTAK’a bildirilmedi. Böylece
benim hayallerim yıkılmış oldu. Ancak Merkezde çalışmalar ilerledikçe bendeki
Enstitü hayali beni rahat bırakmıyordu. TÜBİTAK BİLİM KURULUNA Sayın Prof. Dr.
Aytekin BERKMAN seçilmişti ve kendisi Ziraat Fakültesi Dekanlığı zamanından
benim yaptıklarımı biliyordu. Ben kendisine konuyu ve geçmişi anlatarak
yardımlarını istedim. Buradan öncelikle kendisine TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜ’ sünün
ikinci defa kurulması aşamasında, bana ve grubuma yaptığı yardımlar için
teşekkür ve minnet duygularımı iletmek isterim. TÜBİTAK Bilim Kurulu birkaç
defa Merkezimizi ziyaret etti ve benden brifingler aldı. Çalıştığım süre içinde
bende gelişen bir diğer alışkanlık ise, fırsatını buldukça gelişmiş ülkelerdeki
tarımı ve ülkemiz gerçeğini anlatmak olmuştur. Hatta bu brifinglerdeki
görüşlerimi ve mevcut notlarımı, Bilim Kurulu üyesi olan eski maliye
bakanlarından Sayın Atilla KARAOSMANOĞLU benden rica etmişti. Hatta bu ziyaretler
esnasında Bilim Kurulu üyesi Sayın Erdal İNÖNÜ’ yü de birkaç defa misafir etme
onurunu tatmıştım. Sonuçta hayalim gerçekleşti. Ben Üniversitem arada olmadan
TÜBİTAK ile bire bir temas kurarak, onları tarım alanında ilk Araştırma
Enstitülerini kurmaya ikna etmiştim. Detaylı bir çalışmalar sonucu Enstitü ismi
TÜBİTAK–ÇUKUROVA
İLERİ TARIM TEKNOLOJİLERİ ARAŞTIRMA VE GELİŞTİRME ENSTİTÜSÜ
olarak belirlendi ve kurucu Enstitü Başkanlığı şerefi de bana verildi. 1998
yılında kurulan Enstitü beni çok mutlu etmişti. Uzun yıllardan beri hayal
ettiğim Araştırma Enstitüme kavuşmuştum. Ama bundan sonra yapılacak daha çok iş
vardı. Ben bu yıldan itibaren hem Merkez ve hem de Enstitü müdürü olarak görev
yapmağa başladım. Böyle bir Enstitünün Üniversite bünyesi içinde yaşaması ve
gelişmesine pek olanak yoktu. Bunun üzerine Enstitü için Doğu Akdeniz
bölgesinde yer arayışına girdim. Bu arada bana bölgenin büyük üreticileri
yardım etmeğe başlamışlardı. Ancak işler oldukça ağır gidiyordu. Bu işlerin
kotarılması için hükümet nezdinde girişim yapabilecek kişilere ihtiyacım vardı.
Tüm
bunlar yaşanırken, 2002 yılında yeni seçilen Sayın Rektörümüz bir gün benimle
çalışmak istemediğini söyledi. Yapabileceğim pek bir şey kalmamıştı.
Kendisinden bana bir ay süre vermesini rica ettim ve bu sürenin sonunda Rektör
ve yardımcılarına bir brifing vererek, Kasım 2002 tarihinde Merkezimden ve
yılların hayali olan Enstitümden ayrıldım. Benimle beraber çalışma
arkadaşlarımda ayrılarak kendi Bölümlerindeki laboratuvarlarına döndüler.
Biliyor
musunuz, yılların hayali olan ve tarımın ilk TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ artık
yok. Çünkü ona hayat veren ben ve çalışma grubumdaki genç meslektaşlarımın hayalleri
idi. Onu yaşatmadılar, maalesef daha bebeklik çağında o da mazi oldu. Bana ise
“çalışma hayatımda BİR HAYALİM VARDI” diyerek, o güzel günleri anmak ve böyle
bir BLOG yazısında siz akademisyenlerle dertleşmek kaldı. Tüm yaşam çemberi
içinde iki tip insan vardır. Birinciler emek vererek üretenler, ikinciler ise
kendileri üretmediği gibi empatiden uzak olarak üretenleri hedef alanlar. Bu
husus hemen hemen hepimizin bildiği bir ülke gerçeğidir. Bunu bende biliyor,
ama genellikle beni iyi tanıyan ve iyi sorgulayan yöneticilerim tarafından korunmuştum.
Bu ayrıcalığı uzun zaman yaşadım. Ama bir an geldi ki, benim doğal olarak
algıladığım o korunma kalkanı, meğer bizim gibi henüz bilim toplumu olmamış
ülkelerde bir lüksmüş. Ben bu tarafını hiç göremedim. Sandım ki yaptıklarım ve
Üniversitede yarattığım kuruluş ve bilim havası beni hep koruyacak. Ama öyle olmadı.
Esasında o yıllarda dahi akademisyenlerin kaderi daima Dekan veya Rektörün iki
dudağı arasında olmuştur. Neden derseniz, beni yakından tanıyanların benden, bu
hususu açıklayan başka bir deyişi de sıklıkla duymuşlardır. Henüz bilim devleti
olamamış gelişmekte olan ülkelerde bilim yapmak, Müslüman mahallesinde
salyangoz satmağa benzer. Yaptıklarınız sizin çalışma süresi ile sınırlıdır.
Ben buna Üniversitemde örnek teşkil etmekteyim. Yukarıda yaptıklarımı ve
hayallerimi sizlerle paylaştığım. Benim generasyonumda hiçbir akademisyenin
hayal edemeyeceği projeler gerçekleştirdim ve çalışma birimleri kurdum. Yalnız
Merkez kuruluşuna 3 Milyon Amerikan doları harcadım. Üniversitemin bunda
katkısı 1/30 kadardır. Peki, ne oldu, ben ayrıldım ve süreklilik olmadığı için
bir ömür harcanarak yaratılan bilim düzeyi ve kurumlar buharlaşıp kayboldu. Ve
bunun hesabı Üniversite yönetimlerince maalesef sorulmadı. O halde ben
ülkemizde bilim yapmanın Müslüman mahallesinde salyangoz satma benzetmesi ile
açıklamamda haklı olmaktayım. Öğrencilerime hep tavsiyem bilim yapacaksanız,
lütfen bilimi politika edinmiş ve bu konuda özgün kuruluş ve projeleri olan
ülkelere gidiniz. Benim bunu söylediğimde ülke dışına çıkış bugünkü kadar kolay
olmamasına rağmen, bunu başaran arkadaşlarım oldu. Sonra sürekli olarak
kamuoyunda sorulur, niçin beyin göçü var?
Bu
makaleyi yazıp yazmamakta çok düşündüm. Ama benim önümde beni uyaracak
akademisyenler olsaydı, çalışmalarım esnasında beklide beni yaşadığım
olumsuzluklardan koruyacak önlemleri baştan alabilirdim. Üniversitelerimizde
mutlaka benim gibi hayalperestler vardır. Benim yaşamım onlar için bir yol
gösterici olursa, uğraşlarım yine de boşa geçmemiş olur.
Belki
aklınıza Merkezden ayrıldıktan sonra bu konudaki çalışmaların ne olduğu sorusu gelebilir.
Her dönem yaptıklarını ulusal ve uluslararası konferanslarda sunan Merkez’den
son 14 yıldır hiçbir tek bir akademik ses ne yurt içinde ne de yurt dışında
duyulmadı. Çünkü benden sonra bu kurumların başına yapılan atamalarda ne yazık
ki liyakat aranmadı. Bunun sonucu benim hayal dünyamın eseri olan MERKEZ ve
TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ de unutuldu gitti.
Çukurova
Üniversitesinde çalışmak benim için hayat tutkum oldu ve her şeye rağmen böyle
bir olanak bana lütfedildiği için kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Ama bu
deneyimle tekrar böyle bir hayat dilimi yaşamak ister misin diye sorulursa,
vereceğim yanıt maalesef hayırdır. Çünkü yetiştirdiğim meslektaşlarım dışında
arkamda tüm uğraşlarıma rağmen yaşayan ve ülkeme yararlı bir eser bırakamadım.
İnsanlar
bilmeden başkalarına ne kadar büyük zararlar verebiliyor. Bunlardan korunmak
için Üniversitelerimizde Dekan ve Rektörlerin atanmasında bilimsel ve yönetim
liyakatleri bir şekilde aranmalı ve sağlık bilimleri ayrı kampüslar halinde
kurulmalıdır.
Etiketler: Rektörlük, Turunçgil Bülteni, Turunçgil projesi, TÜBİTAK, TÜBİTAK Araştırma Enstitüsü, TÜBİTAK Bilim Kurulu