TABAĞIMDA NE VAR?
Bitkisel üretimde gıda güvenliğini
tehdit eden en önemli unsurlar, üretim esnasında kullanılan agrokimyasallar’dır.
Bunlar hastalık, zararlı ve yabancı otlara karşı kullanılan ilaçlar, yapay
gübreler ve bitki gelişme düzenleyicilerinden (hormonlar) oluşurlar. İlaçlar ve
gübreler tüm üretim süresince kullanılmaktadır. Buna karşın hormonlar ise daha
çok döllenme olayını engelleyen düşük sıcaklıklarda kullanılmaktadır. Ancak
artık birçok serada böcekler (Bambus arıları) kullanılarak, hormon kullanımı
azaltılmaktadır. İlaçlar ve gübreler ise gerek örtü altı ve gerekse açıkta
yapılan üretimlerde rutin olarak kullanılmaktadır. Ancak yazılı ve sözlü basın
kamuoyuna daha çok hormonların insan sağlığını tehdit ettiğini öne çıkararak,
esas tehlikeli olan ilaçları biz tüketicilerin dikkatinden bilmeden
kaçırmaktadır. Agrokimyasalların tüketicilere olan zararları kronik veya toksik
olabilmektedir. Kronik zehirlenmelerde ilaç bünyede birikerek, sonuçta etkili
olmaktadır. Agrokimyasalların zehir etkileri yanında, önemli olan fakat
kamuoyunun pek bilmediği mutagenik ve kansorejen etkileridir. Genellikle
gelişmiş ülkelerin üretimi olan bu ilaçların kullanımı, bu firmalar tarafından
çok detaylı olarak belirtilerek, gıda güvenliğini sağlamak için kullanımları
disipline edilmeğe çalışılmaktadır. Her ilacın bilinen bir dekompozisyon süresi
vardır ve bu bekleme süresi olarak anılır. Bu ilaçların üretimde
kullanılmasından itibaren hasada kadar geçecek olan bu bekleme süresine, gıda
güvenliği açısından mutlaka uyulması bir zorunluluktur. Ancak üreticilerin
bilgi düzeylerinin yetersizliği veya duyarsızlıkları ve bu açıdan gerekli
kontrollerin yeterli ölçüde yapılamaması, tüketicileri yukarıda değindiğimiz
olumsuz etkilere açık hale getirmektedir. Yakın zamana kadar ihraç edilen
birçok bitkisel ürünümüzün, gittiği gümrüklerde yapılan analizler sonucu
bulunan agrokimyasalların tolere edilebilir değerlerin üzerinde olması
nedeniyle geriye gönderilmesi bu nedenledir. Son yıllarda gerek ilgili
Bakanlığın bu konudaki olumlu etkinlikleri ve gerekse ihracatçıların
kendilerini korumak amacıyla aldıkları önlemler sorunun belirli boyutlarda
ortadan kalkmasını sağlamıştır. Bunun sonucu bu olaylar günümüzde eskiye
nazaran daha az görülmektedir. Ancak ülke içinde biz tüketicilerin bu
tehlikelere açık hedef olduğumuzu unutmamız gerekmektedir. Çünkü ülkemizde de
gelişmiş ülkelerde olduğu gibi üretim küçük birimler yerine çok büyük üretim
birimlerinde gerçekleşmektedir. Bu birimlerde agrokimyasalların kullanımı, mahalli
küçük bahçelerdeki üretimden çok daha fazladır. Küçük birimlerde daha çok
organiğe yakın üretim şekilleri uygulanmaktadır. Örneğin çok büyük sera
işletmelerinde topraksız kültür kullanılarak, üretimde bugüne kadar en önemli
unsur olan toprak yok sayılmaktadır. Böylece birçok defa modern tarımın toprağı
öldürdüğü savı, topraksız kültürde tümden unutulmaya terk edilmiştir. Bitkinin
gereksinmesi olan makro ve mikro besin maddeleri, topraksız kültürlerde sulama
içinde çözülen kimyasallar olarak sunulmaktadır. Böylece ısı kaynağı olarak termal
suların olduğu, ancak toprağın tarıma uygun olmadığı kayalık, bataklık gibi
alanlar, topraksız üretim tekniği ile son derece rantabl üretim alanları haline
gelmektedir. Bugünkü dünya nüfusunu beslemek için artık bu şekildeki teknikler
son derece normal karşılanmaktadır. Bu şekildeki üretim teknikleri, üretimi
daha çok agrokimyasallara bağımlı hale getirmektedir. Agrokimyasallara bu kadar
bağımlı üretimden elde edilen ürünün, organik olduğunu ifade edebilen
üreticiler dahi vardır.
Ne yazık ki yanlış politikalar sonucu
yok edilen küçük üretim birimleri, artık hayatımızdan yavaş yavaş çıkmaktadır.
Bu üretim şeklinde tüketici bire bir üretimi yapan kişi ile iletişim
kurabilmekteydi. Küçük üretici hasat ettiği ürününü yerel pazarlara getirerek
hem taze ve hem de daha ehven fiyatlara tüketiciye satabilmekteydi. Bu üretim
şekli kısmen ülkemizin küçük yerleşim yerlerinde hala yaşamaktadır. Fakat
oralarda da belediyelerin bilinçsizce rüsum ve işgaliye talepleri, bir çuval
fasulye veya enginarını pazarlamak isteyen üreticiyi pazarlardan kaçırmaktadır.
Pazarlarımız daha çok halden ürün alıp, pazarlayan esnafın eline geçmekte ve
küçük üretici böylece yerel yönetimlerin bilinçsiz tutumları nedeniyle
üretimden çekilmektedir.
Yalnız toprakta yetiştirilen ürünler mi
değişti. Hayır. Eskiden evlerimizde veya
yerel olarak üreten esnaflardan aldığımız birçok ürün, artık fabrikalarda
üretilerek, marketlerde bizim tüketimimize sunulmaktadır. Ama son yıllarda bu
ürünlerde bir gariplik olduğu ve hiç bozulmadan uzun süre kaldığı sıkça dile
getirilir hale gelmiştir. Yıllar önce evlerde tükettiğimiz gıda maddelerini
market raflarından değil, genellikle bu sektörde uzmanlaşmış alışveriş
yerlerinden temin ederdik. Bunlar paketlenmeden doğrudan üreticiden tüketiciye
ulaşan bir yol izlenirdi. Paketlemek, kutulamak veya ürünü işlemek gibi yollar
yoktu. Hazır aldığımız tek gıda bisküvi ve makarnaydı. Son tüketim tarihini
bilmezdik. Henüz şehirde oturanlar köyde tarımla uğraşanlardan daha fazla
değildi. Ama hastalıklar bugüne göre çok daha azdı. Lokantalar, kahveler ve
salonlarda sigara dumanından aradığınız kişiyi bulmak dahi güçtü. Bizim
ülkemizde değil, ama örneğin İngiltere’de sinema salonlarında dahi sigara
içilirdi. Fakat benim dikkatimi çeken husus kanser hastalıkları da bugün olduğu
gibi neredeyse epidemik hale gelmemişti. Sakın beni yanlış anlamayın. Sigaraya
karşı kampanyayı tüm benliğimle destekliyorum. Uzun yıllar bir içici olduğum
için çok pişmanım. Demek istediğim bugün kamuoyumuzun inandığı veya
inandırıldığı gibi her kötü şeyin nedeni sigara değildi. Elimde istatistikler
yok, ama inanıyorum ki, bugün hızla artan kanser olaylarında, bu ürünlerin
yetiştirilmesi ve gıdaların işlenmesi esnasında raf ömrünü artırmak için
kullanılan maddelerin bu gelişmede büyük payı vardır.
Ben sizlere bugüne kadar duymadığınız
başka bir olgudan da bahsetmek istiyorum. Tükettiğimiz ürünlerin genetik
ıslahında dikkate alınan iki ana unsur vardır. Birim alandan daha fazla ürün
verecek ve albenisi yüksek, göze hitap eden ürünlerin elde edilmesi, geçen
asırdan beri bitkisel ve hayvansal ıslah genetiğinin ana hedeflerini
oluşturmaktadır. Bugün artık bir dekar seradan 10 ile 40 tonun üzerinde ürün
almaktayız. Raflarda domatesler haftalarca diriliğini kaybetmeden
kalabilmektedir. Bu durum hem üretici ve hem de tüketici tarafından gayet
olumlu bulunmaktadır. Ama bizler son yıllarda üç dört günde raflarda çürüyen
meyvelerden birazda özlemle bahsetmeye başladık. Uzun zamandır artık domatesler
eski tatlarında değil diye. Niye? Yoğurtlar buzdolabıma girmeden haftalarca
sulanmadan ve bozulmadan mutfak rafları üzerinde tüketilmeyi beklemektedirler.
Sahi, eskiden son kullanım tarihi diye bir şeyi de pek bilmezdik, değil mi?
Peki ne oldu? İşte bu sorunun yanıtını çok iyi araştırmamız gerekir. Bitkisel
üretimde ıslah, tüketimden çok Pazarın isteklerini ön plana almaktadır. Biz
tüketiciler, raflarda bize sunulanlarla yetinmek zorundayız. Fakat bu konuyu
irdelerken, yapılanları ve yapanları eleştirmemizde hatalı olacaktır. Tüm
bunların başlıca nedeni tüm dünyada büyük bir ivme ile artan insan popülasyonu
ve bununda büyük bir kısmının büyük şehirlerde yaşıyor olmasıdır. Dünya ve
ülkemizde nüfus artışının birçok nedeni vardır. Her şeyden önce nüfus
planlaması politikaları bu gelişmelerde öncülüğü almaktadır. 90 Yıllık
Cumhuriyet döneminde nüfusumuzu 5 kat artırdık. Tarımla uğraşan kırsal nüfus
hızla azalmakta, şehirlerde üreten sanayi yerine hizmet sektörleri teşvik
edilmektedir. Tüketim iştahı hız kesmeden artmaktadır. Tüm dünya gibi, bizler
de çocuk ve torunlarımızın geleceğini ciddi olarak düşünmeden, onların
geleceğini ve dünyanın bitmez dediğimiz ekoloji ve kaynaklarını tüketmekteyiz.
Bu nedenleri çok daha fazla artırabiliriz. İşte bu nedenledir ki, tarımsal
ıslah hız kesmeden çalışmaktadır. Ancak bizi doyuran ve giydiren bu ıslah
çalışmaları, ürettiği canlılardan, bizler fark etmeden bazı özellikleri alıp
yok etmektedir.
İşte bu nedenledir ki, ben sizlere
tarımsal ürün artışını sağlayan genetik ıslahta pek sözünü etmediğimiz genetik
kayıplardan söz etmek istiyorum. Ben bunu GEN EREZYONU olarak
isimlendirmekteyim. Islahta kantite ile pazarlama isteklerini artıran genleri
korurken, eskiye özlem duyduğumuz koku, nefaset ve evrim ile almamız gereken
makro ve mikro besin maddeleri gibi özellikleri sağlayan genleri göz ardı
ediyoruz. En önemlisi evrim boyunca bu
bitkilerin sağlığımıza olumlu etkileri olan maddelerin bazılarının ıslah
yoluyla kaybolmasıdır. Bunun sonucu, bu
özellikler ürünlerde kaybolmakta ve bizlere de nostaljik olarak eski sebze ve
meyveleri anmak miras olarak kalmaktadır. Peki, bu özlemi toplumun hepsi
duymakta mıdır? Hayır. Çünkü 1990 dan sonra doğan bugün 25 yaşına gelen
generasyon, eskiyi tanımadıkları ve o ürünleri hiç tüketmedikleri için böyle
bir özlemleri de yoktur. O halde 20 – 30 yıl sonra insanların böyle bir özlemi
olmayacaktır. Ancak tükettiğimiz sebze ve meyvelerdeki bu güzel özellikleri
muhafaza etmek ve gelecek nesillerin de bunlardan yararlanmasını sağlamak
düşüncesiyle, bazı bilinçli insanlar, özellikle Ege bölgesinde eski bitki çeşitlerini
tohumlarını takas ederek, hobi düzeyinde de olsa bu çeşitlerin var oluşlarına
bir şans tanımaktadır. Söz bu eski nitelikli tohumlardan açılmışken, hem
genetik mühendisliği ve hem gen bankaları üzerinde biraz daha detaylı ve
bilinçli düşünmenizi isterim. Ben
ülkemizde çalışmağa başladığım 1970 yılından beri, Batı dünyası bilim
adamlarının zengin bir gen kaynağı olan Anadolu’dan sürekli olarak yabani ve
kültür bitkileri örnekleri toplamakta ve bunları kendi ulusal Gen Bankalarında
yarınlar için bir servet olarak saklamakta olduklarının tanığıyım. Bildiğiniz
gibi genetik mühendisliği moleküler teknolojiler geliştikçe, gerek hayvansal ve
gerekse bitkisel üretimde yeni ufuklar açmaktadır. Gün geçmiyor ki, basınımızda
Genetiği değiştirilmiş organizmalardan bahsedilmiyor olmasın. Genetik
Mühendisliği ifadesini, ben bunu yakında kullanılmağa başlanacak Canlı
Mühendisliği olarak kullanmayı seviyorum. Bu gelişmeler canlı ıslahında
seksüel bariyerleri yıktıktan sonra, herhangi bir canlıdan akraba olmayan diğer
canlılara istenen gen taşınması mümkün hale gelmiştir. Bu gelişmeler bize
genetik ıslah konusunda bugüne kadar ütopik olan tüm hayallerin gerçekleşmesi
için kapıları açmıştır. Her ne kadar bugün genetiği değiştirilmiş ürünlerin
tüketilmemesi için bir kavga veriyorsak ta, genetik ıslah bakımından dışa
bağımlı ülkemizde, insanlarımızın bu ürünleri tüketmesinden kaçınmaları pek
mümkün olmayacaktır.
Bir bilim devleti olamadığımız
sürece, insanlarımızın beslenmesinde yukarıda kısaca sözünü ettiğim
olumsuzluklardan kaçınma olasılığı maalesef yoktur. Genetik mühendisliğinden
önce hibrit tohumu yetiştiremeyen ve gelişmiş ülkelerin pazarı olan ülkemiz,
bugünde genetik mühendisliği tekniklerini kendi çıkarı doğrultusunda
kullanamamakta ve eskisi gibi gelişmiş ülkelerin pazarı olarak kalmaktadır.
Ama sizlere başka bir gerçeği de
fısıldamak isterim. Genetik ıslah konusunda yukarı paragrafta sizlere
anlattığım ıslahtaki yetersizlik gerçeği, bu çalışmaları yapacak araştırma
kurum ve kuruluşlarının olmamasından kaynaklanmamaktadır. Ülkemizde bu
makalenin yazıldığı anda 33 Ziraat Fakültesi ile Tarım ve Köyişleri Bakanlığına
bağlı sayısını bilemediğim, fakat sayıca zengin Araştırma Enstitüsü
bulunmaktadır. Ayrıca ülkemizde yurt dışında lisansüstsü eğitim yapmış, bilgili
ve becerikli çok sayıda araştırıcı da bulunmaktadır. Peki, un şeker ve yağ
olduğuna göre bu helva niçin yapılmamaktadır? 33 Yıllık akademik yaşamımda öğrendiğim tek
gerçek, ülkemizin bilime olan gereksinmesinin olmadığıdır. Daha doğrusu henüz
bu bilince ulaşmamış olmasıdır. Ülke bilim adamları çalışmalarını genellikle
bir sorunun çözümü için değil, yüz yüze oldukları akademik aşamaları aşmak için
yapmaktadırlar. Çünkü bilimsel çalışmanın geçerli olduğu tek yer orasıdır.
Bugün tarımsal üretimde görülen
gelişmelerin kaynağı, dün olduğu gibi bugünde özel sektördür. Para kazanmanın
amaç olduğu bu üretim dalında, tüm bilgi ve teknoloji dışarıdan satın alınmakta
ve böylece hemen hemen her dalda ihracat yapabilecek kalitede üretim
yapılabilmektedir. Yalnızca bilgi ve teknoloji değil, ayni zamanda sera gibi
altyapı kaynakları da dışarıdan ithal edilmektedir. Sakın bana yurt içinde
yapılan seralardan bahsetmeyin. Bugün ihracat yapan ve topraksız kültür
tekniğini kullanan seralar, Hollanda veya diğer ülkelerin artık ekonomik olmayan
ikinci el seralarıdır. Kısacası tarımda da fason üretim yapmaktayız.
Gördüğünüz gibi, tarım, birçoğunuzun
düşündüğü gibi domates veya elma fidanı dikmekten ibaret değildir. Bugün
ülkemizde halkımız kadar bizleri yönetenlerde bahçıvanlık olarak tanımlayacağım
yetiştiriciliği, tarım zannetmekte veya hala tarım ile köylülüğü
karıştırmaktadır. Gelişmiş tarım yalnızca bilimsel yapısı olan gelişmiş
ülkelerin becerisi ve tekeli içindedir. Bu nedenledir ki, nüfusu artmış, gelişmekte
olan ülkelerin hemen hemen hepsi tarımsal üretimde genetik kaynaklar bakımından
dışa bağımlıdır. Ben çalıştığım sürece TÜBİTAK ta dahil her platformda tarımı
ve ülkemizin bu açıdan dışa bağımlılığını dile getirmeğe çalıştım. Yukarıda
yaptığım daldan dala atlayan yazımda, size bitkisel üretimde bir pencere açmağa
çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur. Çünkü ülkemizin geleceği, bu bilinç
yapısına kavuşmuş kişi sayısının artması ile mümkün olacaktır.
Etiketler: Agrokiyasallar, Bekleme süresi, Bilim politikası, Canlı Mühendisliği, Gen erezyonu, Son tüketim tarihi
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa