16 Mart 2017 Perşembe

TABAĞIMDA NE VAR?


Bitkisel üretimde gıda güvenliğini tehdit eden en önemli unsurlar, üretim esnasında kullanılan agrokimyasallar’dır. Bunlar hastalık, zararlı ve yabancı otlara karşı kullanılan ilaçlar, yapay gübreler ve bitki gelişme düzenleyicilerinden (hormonlar) oluşurlar. İlaçlar ve gübreler tüm üretim süresince kullanılmaktadır. Buna karşın hormonlar ise daha çok döllenme olayını engelleyen düşük sıcaklıklarda kullanılmaktadır. Ancak artık birçok serada böcekler (Bambus arıları) kullanılarak, hormon kullanımı azaltılmaktadır. İlaçlar ve gübreler ise gerek örtü altı ve gerekse açıkta yapılan üretimlerde rutin olarak kullanılmaktadır. Ancak yazılı ve sözlü basın kamuoyuna daha çok hormonların insan sağlığını tehdit ettiğini öne çıkararak, esas tehlikeli olan ilaçları biz tüketicilerin dikkatinden bilmeden kaçırmaktadır. Agrokimyasalların tüketicilere olan zararları kronik veya toksik olabilmektedir. Kronik zehirlenmelerde ilaç bünyede birikerek, sonuçta etkili olmaktadır. Agrokimyasalların zehir etkileri yanında, önemli olan fakat kamuoyunun pek bilmediği mutagenik ve kansorejen etkileridir. Genellikle gelişmiş ülkelerin üretimi olan bu ilaçların kullanımı, bu firmalar tarafından çok detaylı olarak belirtilerek, gıda güvenliğini sağlamak için kullanımları disipline edilmeğe çalışılmaktadır. Her ilacın bilinen bir dekompozisyon süresi vardır ve bu bekleme süresi olarak anılır. Bu ilaçların üretimde kullanılmasından itibaren hasada kadar geçecek olan bu bekleme süresine, gıda güvenliği açısından mutlaka uyulması bir zorunluluktur. Ancak üreticilerin bilgi düzeylerinin yetersizliği veya duyarsızlıkları ve bu açıdan gerekli kontrollerin yeterli ölçüde yapılamaması, tüketicileri yukarıda değindiğimiz olumsuz etkilere açık hale getirmektedir. Yakın zamana kadar ihraç edilen birçok bitkisel ürünümüzün, gittiği gümrüklerde yapılan analizler sonucu bulunan agrokimyasalların tolere edilebilir değerlerin üzerinde olması nedeniyle geriye gönderilmesi bu nedenledir. Son yıllarda gerek ilgili Bakanlığın bu konudaki olumlu etkinlikleri ve gerekse ihracatçıların kendilerini korumak amacıyla aldıkları önlemler sorunun belirli boyutlarda ortadan kalkmasını sağlamıştır. Bunun sonucu bu olaylar günümüzde eskiye nazaran daha az görülmektedir. Ancak ülke içinde biz tüketicilerin bu tehlikelere açık hedef olduğumuzu unutmamız gerekmektedir. Çünkü ülkemizde de gelişmiş ülkelerde olduğu gibi üretim küçük birimler yerine çok büyük üretim birimlerinde gerçekleşmektedir. Bu birimlerde agrokimyasalların kullanımı, mahalli küçük bahçelerdeki üretimden çok daha fazladır. Küçük birimlerde daha çok organiğe yakın üretim şekilleri uygulanmaktadır. Örneğin çok büyük sera işletmelerinde topraksız kültür kullanılarak, üretimde bugüne kadar en önemli unsur olan toprak yok sayılmaktadır. Böylece birçok defa modern tarımın toprağı öldürdüğü savı, topraksız kültürde tümden unutulmaya terk edilmiştir. Bitkinin gereksinmesi olan makro ve mikro besin maddeleri, topraksız kültürlerde sulama içinde çözülen kimyasallar olarak sunulmaktadır. Böylece ısı kaynağı olarak termal suların olduğu, ancak toprağın tarıma uygun olmadığı kayalık, bataklık gibi alanlar, topraksız üretim tekniği ile son derece rantabl üretim alanları haline gelmektedir. Bugünkü dünya nüfusunu beslemek için artık bu şekildeki teknikler son derece normal karşılanmaktadır. Bu şekildeki üretim teknikleri, üretimi daha çok agrokimyasallara bağımlı hale getirmektedir. Agrokimyasallara bu kadar bağımlı üretimden elde edilen ürünün, organik olduğunu ifade edebilen üreticiler dahi vardır.
Ne yazık ki yanlış politikalar sonucu yok edilen küçük üretim birimleri, artık hayatımızdan yavaş yavaş çıkmaktadır. Bu üretim şeklinde tüketici bire bir üretimi yapan kişi ile iletişim kurabilmekteydi. Küçük üretici hasat ettiği ürününü yerel pazarlara getirerek hem taze ve hem de daha ehven fiyatlara tüketiciye satabilmekteydi. Bu üretim şekli kısmen ülkemizin küçük yerleşim yerlerinde hala yaşamaktadır. Fakat oralarda da belediyelerin bilinçsizce rüsum ve işgaliye talepleri, bir çuval fasulye veya enginarını pazarlamak isteyen üreticiyi pazarlardan kaçırmaktadır. Pazarlarımız daha çok halden ürün alıp, pazarlayan esnafın eline geçmekte ve küçük üretici böylece yerel yönetimlerin bilinçsiz tutumları nedeniyle üretimden çekilmektedir.
Yalnız toprakta yetiştirilen ürünler mi değişti. Hayır.  Eskiden evlerimizde veya yerel olarak üreten esnaflardan aldığımız birçok ürün, artık fabrikalarda üretilerek, marketlerde bizim tüketimimize sunulmaktadır. Ama son yıllarda bu ürünlerde bir gariplik olduğu ve hiç bozulmadan uzun süre kaldığı sıkça dile getirilir hale gelmiştir. Yıllar önce evlerde tükettiğimiz gıda maddelerini market raflarından değil, genellikle bu sektörde uzmanlaşmış alışveriş yerlerinden temin ederdik. Bunlar paketlenmeden doğrudan üreticiden tüketiciye ulaşan bir yol izlenirdi. Paketlemek, kutulamak veya ürünü işlemek gibi yollar yoktu. Hazır aldığımız tek gıda bisküvi ve makarnaydı. Son tüketim tarihini bilmezdik. Henüz şehirde oturanlar köyde tarımla uğraşanlardan daha fazla değildi. Ama hastalıklar bugüne göre çok daha azdı. Lokantalar, kahveler ve salonlarda sigara dumanından aradığınız kişiyi bulmak dahi güçtü. Bizim ülkemizde değil, ama örneğin İngiltere’de sinema salonlarında dahi sigara içilirdi. Fakat benim dikkatimi çeken husus kanser hastalıkları da bugün olduğu gibi neredeyse epidemik hale gelmemişti. Sakın beni yanlış anlamayın. Sigaraya karşı kampanyayı tüm benliğimle destekliyorum. Uzun yıllar bir içici olduğum için çok pişmanım. Demek istediğim bugün kamuoyumuzun inandığı veya inandırıldığı gibi her kötü şeyin nedeni sigara değildi. Elimde istatistikler yok, ama inanıyorum ki, bugün hızla artan kanser olaylarında, bu ürünlerin yetiştirilmesi ve gıdaların işlenmesi esnasında raf ömrünü artırmak için kullanılan maddelerin bu gelişmede büyük payı vardır.
Ben sizlere bugüne kadar duymadığınız başka bir olgudan da bahsetmek istiyorum. Tükettiğimiz ürünlerin genetik ıslahında dikkate alınan iki ana unsur vardır. Birim alandan daha fazla ürün verecek ve albenisi yüksek, göze hitap eden ürünlerin elde edilmesi, geçen asırdan beri bitkisel ve hayvansal ıslah genetiğinin ana hedeflerini oluşturmaktadır. Bugün artık bir dekar seradan 10 ile 40 tonun üzerinde ürün almaktayız. Raflarda domatesler haftalarca diriliğini kaybetmeden kalabilmektedir. Bu durum hem üretici ve hem de tüketici tarafından gayet olumlu bulunmaktadır. Ama bizler son yıllarda üç dört günde raflarda çürüyen meyvelerden birazda özlemle bahsetmeye başladık. Uzun zamandır artık domatesler eski tatlarında değil diye. Niye? Yoğurtlar buzdolabıma girmeden haftalarca sulanmadan ve bozulmadan mutfak rafları üzerinde tüketilmeyi beklemektedirler. Sahi, eskiden son kullanım tarihi diye bir şeyi de pek bilmezdik, değil mi? Peki ne oldu? İşte bu sorunun yanıtını çok iyi araştırmamız gerekir. Bitkisel üretimde ıslah, tüketimden çok Pazarın isteklerini ön plana almaktadır. Biz tüketiciler, raflarda bize sunulanlarla yetinmek zorundayız. Fakat bu konuyu irdelerken, yapılanları ve yapanları eleştirmemizde hatalı olacaktır. Tüm bunların başlıca nedeni tüm dünyada büyük bir ivme ile artan insan popülasyonu ve bununda büyük bir kısmının büyük şehirlerde yaşıyor olmasıdır. Dünya ve ülkemizde nüfus artışının birçok nedeni vardır. Her şeyden önce nüfus planlaması politikaları bu gelişmelerde öncülüğü almaktadır. 90 Yıllık Cumhuriyet döneminde nüfusumuzu 5 kat artırdık. Tarımla uğraşan kırsal nüfus hızla azalmakta, şehirlerde üreten sanayi yerine hizmet sektörleri teşvik edilmektedir. Tüketim iştahı hız kesmeden artmaktadır. Tüm dünya gibi, bizler de çocuk ve torunlarımızın geleceğini ciddi olarak düşünmeden, onların geleceğini ve dünyanın bitmez dediğimiz ekoloji ve kaynaklarını tüketmekteyiz. Bu nedenleri çok daha fazla artırabiliriz. İşte bu nedenledir ki, tarımsal ıslah hız kesmeden çalışmaktadır. Ancak bizi doyuran ve giydiren bu ıslah çalışmaları, ürettiği canlılardan, bizler fark etmeden bazı özellikleri alıp yok etmektedir.
İşte bu nedenledir ki, ben sizlere tarımsal ürün artışını sağlayan genetik ıslahta pek sözünü etmediğimiz genetik kayıplardan söz etmek istiyorum. Ben bunu GEN EREZYONU olarak isimlendirmekteyim. Islahta kantite ile pazarlama isteklerini artıran genleri korurken, eskiye özlem duyduğumuz koku, nefaset ve evrim ile almamız gereken makro ve mikro besin maddeleri gibi özellikleri sağlayan genleri göz ardı ediyoruz.  En önemlisi evrim boyunca bu bitkilerin sağlığımıza olumlu etkileri olan maddelerin bazılarının ıslah yoluyla kaybolmasıdır. Bunun sonucu,  bu özellikler ürünlerde kaybolmakta ve bizlere de nostaljik olarak eski sebze ve meyveleri anmak miras olarak kalmaktadır. Peki, bu özlemi toplumun hepsi duymakta mıdır? Hayır. Çünkü 1990 dan sonra doğan bugün 25 yaşına gelen generasyon, eskiyi tanımadıkları ve o ürünleri hiç tüketmedikleri için böyle bir özlemleri de yoktur. O halde 20 – 30 yıl sonra insanların böyle bir özlemi olmayacaktır. Ancak tükettiğimiz sebze ve meyvelerdeki bu güzel özellikleri muhafaza etmek ve gelecek nesillerin de bunlardan yararlanmasını sağlamak düşüncesiyle, bazı bilinçli insanlar, özellikle Ege bölgesinde eski bitki çeşitlerini tohumlarını takas ederek, hobi düzeyinde de olsa bu çeşitlerin var oluşlarına bir şans tanımaktadır. Söz bu eski nitelikli tohumlardan açılmışken, hem genetik mühendisliği ve hem gen bankaları üzerinde biraz daha detaylı ve bilinçli düşünmenizi isterim.  Ben ülkemizde çalışmağa başladığım 1970 yılından beri, Batı dünyası bilim adamlarının zengin bir gen kaynağı olan Anadolu’dan sürekli olarak yabani ve kültür bitkileri örnekleri toplamakta ve bunları kendi ulusal Gen Bankalarında yarınlar için bir servet olarak saklamakta olduklarının tanığıyım. Bildiğiniz gibi genetik mühendisliği moleküler teknolojiler geliştikçe, gerek hayvansal ve gerekse bitkisel üretimde yeni ufuklar açmaktadır. Gün geçmiyor ki, basınımızda Genetiği değiştirilmiş organizmalardan bahsedilmiyor olmasın. Genetik Mühendisliği ifadesini, ben bunu yakında kullanılmağa başlanacak Canlı Mühendisliği olarak kullanmayı seviyorum. Bu gelişmeler canlı ıslahında seksüel bariyerleri yıktıktan sonra, herhangi bir canlıdan akraba olmayan diğer canlılara istenen gen taşınması mümkün hale gelmiştir. Bu gelişmeler bize genetik ıslah konusunda bugüne kadar ütopik olan tüm hayallerin gerçekleşmesi için kapıları açmıştır. Her ne kadar bugün genetiği değiştirilmiş ürünlerin tüketilmemesi için bir kavga veriyorsak ta, genetik ıslah bakımından dışa bağımlı ülkemizde, insanlarımızın bu ürünleri tüketmesinden kaçınmaları pek mümkün olmayacaktır.
Bir bilim devleti olamadığımız sürece, insanlarımızın beslenmesinde yukarıda kısaca sözünü ettiğim olumsuzluklardan kaçınma olasılığı maalesef yoktur. Genetik mühendisliğinden önce hibrit tohumu yetiştiremeyen ve gelişmiş ülkelerin pazarı olan ülkemiz, bugünde genetik mühendisliği tekniklerini kendi çıkarı doğrultusunda kullanamamakta ve eskisi gibi gelişmiş ülkelerin pazarı olarak kalmaktadır.
Ama sizlere başka bir gerçeği de fısıldamak isterim. Genetik ıslah konusunda yukarı paragrafta sizlere anlattığım ıslahtaki yetersizlik gerçeği, bu çalışmaları yapacak araştırma kurum ve kuruluşlarının olmamasından kaynaklanmamaktadır. Ülkemizde bu makalenin yazıldığı anda 33 Ziraat Fakültesi ile Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bağlı sayısını bilemediğim, fakat sayıca zengin Araştırma Enstitüsü bulunmaktadır. Ayrıca ülkemizde yurt dışında lisansüstsü eğitim yapmış, bilgili ve becerikli çok sayıda araştırıcı da bulunmaktadır. Peki, un şeker ve yağ olduğuna göre bu helva niçin yapılmamaktadır?  33 Yıllık akademik yaşamımda öğrendiğim tek gerçek, ülkemizin bilime olan gereksinmesinin olmadığıdır. Daha doğrusu henüz bu bilince ulaşmamış olmasıdır. Ülke bilim adamları çalışmalarını genellikle bir sorunun çözümü için değil, yüz yüze oldukları akademik aşamaları aşmak için yapmaktadırlar. Çünkü bilimsel çalışmanın geçerli olduğu tek yer orasıdır.
Bugün tarımsal üretimde görülen gelişmelerin kaynağı, dün olduğu gibi bugünde özel sektördür. Para kazanmanın amaç olduğu bu üretim dalında, tüm bilgi ve teknoloji dışarıdan satın alınmakta ve böylece hemen hemen her dalda ihracat yapabilecek kalitede üretim yapılabilmektedir. Yalnızca bilgi ve teknoloji değil, ayni zamanda sera gibi altyapı kaynakları da dışarıdan ithal edilmektedir. Sakın bana yurt içinde yapılan seralardan bahsetmeyin. Bugün ihracat yapan ve topraksız kültür tekniğini kullanan seralar, Hollanda veya diğer ülkelerin artık ekonomik olmayan ikinci el seralarıdır. Kısacası tarımda da fason üretim yapmaktayız.
Gördüğünüz gibi, tarım, birçoğunuzun düşündüğü gibi domates veya elma fidanı dikmekten ibaret değildir. Bugün ülkemizde halkımız kadar bizleri yönetenlerde bahçıvanlık olarak tanımlayacağım yetiştiriciliği, tarım zannetmekte veya hala tarım ile köylülüğü karıştırmaktadır. Gelişmiş tarım yalnızca bilimsel yapısı olan gelişmiş ülkelerin becerisi ve tekeli içindedir. Bu nedenledir ki, nüfusu artmış, gelişmekte olan ülkelerin hemen hemen hepsi tarımsal üretimde genetik kaynaklar bakımından dışa bağımlıdır. Ben çalıştığım sürece TÜBİTAK ta dahil her platformda tarımı ve ülkemizin bu açıdan dışa bağımlılığını dile getirmeğe çalıştım. Yukarıda yaptığım daldan dala atlayan yazımda, size bitkisel üretimde bir pencere açmağa çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur. Çünkü ülkemizin geleceği, bu bilinç yapısına kavuşmuş kişi sayısının artması ile mümkün olacaktır.

Etiketler: , , , , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa