4 Mart 2017 Cumartesi

BİR HAYALİM VARDI


Çukurova Üniversitesinde işe başladıktan yaklaşık 10 yıl sonra kendimi çok büyük bir projenin içinde buldum. Ancak 1970’li yıllarda önce doçentlik ve profesörlük işlemlerimi tamamlamış, 1980 yılının başından itibaren büyük bir grup yüksek lisans öğrencisiyle bitki patolojisinin değişik konularında yoğun bir araştırma atmosferine girmiştim.
1970 ve 1980 yılları arası yaşamım, Üniversitemizin kuruluş aşamasında olmasına rağmen, akademik olarak oldukça verimli geçti. 1970’li yılların ikinci yarısında o güne kadar benim içinde yabancı olan yerfıstıklarında aflotoksin çalışmalarını yapmış, aflotoksin üreten fungusu izole etmiştik. Henüz o yıllarda ülkemiz Bitki koruma Bölümlerinde kromotografik çalışmalar yoktu. Ayrıca buna ek olarak poliakrilamid jel tekniği kullanarak elde edilen total protein veya bazı özel enzim bantlarını kullanarak, bitki patojen funguslardan bazılarının tanısını yapar hale gelmiştik. Nitekim bu yolla 1974 yılında tüm ülke biberlerinde epidemik hale gelen Bakanlık ve Üniversite birimlerinin teşhis edemediği hastalık etmeni, bu yöntem ile belirlenmişti. Hatta bu çalışmaların daha ileri safhasında bu patojene karşı Höchst firmasının bir ilacının tedavi amaçlı kullanılabileceğini bulunca, bu firma beni para ile ödüllendirmek istemişti. Ama ben Bölümümüze bir araç verilmesi dileğinde bulunmuş ve dileğim bu firma tarafından da uygun bulununca, Almanya’da teslim bir Volkswagen minibüs Bölümümüze hibe edilmişti. 1980’li yılların başında toprak solarizasyon çalışmalarında başarılar sağlamış, bu tekniğin özellikle seralarda kullanılması için bir Teknik Bülten hazırlayarak tüm sera bölgelerindeki Bakanlık kuruluşlarına göndermiştik. Bugün hala bu teknik sera toraklarının solarizasyonu için üreticiler tarafından uygulanmaktadır. Daha sonra henüz ülkemiz için çok yeni olan doku kültürü tekniklerinin kullanımı ve bitki koruma sorunlarının çözümünde bu tekniklerden yararlanma yöntemlerini geliştirmek için doktora çalışmaları yaptık. Hatta Fusarium fungusu sıvı kültür sıvısındaki toksinlere dayanıklı domates hatlarını doku kültürü çalışmalarında elde etmiştik. Fakat o yıllarda ülkemizde domates ıslahı çalışmalarında bu hatları kullanabilecek altyapı bulunamadığı için Fusarium’ a dayanıklı bu hatların pratiğe aktarılması pek mümkün olmamıştı. Bunlara paralel viroid, virüs ve mikoplazmalar üzerinde başlayan çalışmalarımız, yeni olan birçok tekniğin ülkemizde kullanılmasını ve bunların araştırmalarda kullanılarak, tarımsal pratikte kullanılabilecek sonuçlar elde edilmesini sağlamıştır. Bu konularda birçok master ve doktora çalışması yapılmıştır. Örneğin turunçgillerde Stubborn hastalık etmeni Spiroplasma citri etmeninin laboratuvar koşullarında izolasyonu, turunçgillerde viroid çalışmaları, ELISA serolojik testinin virüs teşhisi için kullanılması, bilgisayar kontrollü seralarda 10 kadar virüs ve virüs benzeri hastalığını kapsayacak biyolojik endekslemeler, hasta damızlık ağaçlardan sağlıklı materyal elde edebilmek için bir doku kültürü tekniği ola in vitro sürgün ucu aşılama tekniği ve termoterapinin birlikte kullanılması, sağlıklı fidan üretiminde mikro aşı tekniği, topraksız kültür yetiştiriciliği, böcek korumalı seralar ve daha birçok yenilik ülkemizde bu araştırma gruba tarafından 1980–1990 yılları arasında başarıyla kullanılmıştır. Ülkemiz Turunçgil ağaçlarının istisnasız tümü, tarafımızca tespit edilen 16 virüs ve virüs etmeninin bir veya bir kaçı ile bulaşık olduğu belirlenmiştir. Böylece yine ülkemizde ilk defa yapılan yoğun bu laboratuvar çalışma sonuçları, ülkemiz üreticisinin kullanabileceği formata getirilmiş ve pratiğe verilmiştir.
Ben ilk 10 yılımdan sonra yani 1980 den itibaren daha çok lisansüstü eğitim ile ilgilendim. Doğal olarak lisans düzeyinde derslerim vardı ve öğrenciler ile beraber olmak, onlara gerek biyokimya ve gerekse bitki patolojisi derslerinde ülkemiz ve dünya tarımındaki yenilikleri anlatmak, onları bu bilinmezler içinde dolaştırarak ve onların yüzünde hayranlık ve ilgiyi görmek beni daima mutlu etmişti. Ama gene de benim ilgi alanım daha çok yüksek lisans olmuştur. Şimdi vereceğim bir örnek belki bu hususu daha net anlatabilecektir. Henüz ülkemizde moleküler biyolojinin adı yaygın olarak ülkemizde anılmazken, biz çalışma grubu olarak İngiltere’de yeni yayımlanmış bir moleküler biyoloji kitabını lisansüstü eğitimde bir sömestri içinde incelemiş ve kendimize yeni ufuklar açmıştık. Yanımda master yapan bir öğrencim doktora için İngiltere’ye gittiğinde, doktora dersi olarak kendisine bu ders söylendiğinde, bu dersi kendisinin Türkiye’de aldığını söylemesi hayret uyandırmış ve öğrencim bunu bana büyük bir sevinçle anlatmıştı. 
Burada parantez açarak bir düşüncemi sizlerle paylaşmak isterim. Bu çalışmaları yaptığımız zaman dilimi içinde fazla ders ücreti gibi bir garabet olmadığı için araştırmayı kendine amaç edinmiş kişiler, yukarıdaki örnekteki gibi konuları seçer ve bunları öğrencileri ile paylaşırdı. Biz bu konuları genellikle akşam 5 veya 6‘dan sonra işlerdik. O yıllarda laboratuvar ışıkları gece 22 – 23’ e kadar yanar ve Bölümlerin içi hayat dolu olurdu. Hatta bu durum o zamanın Rektörü ve çalışma hayatımın şansı Sayın Prof. Dr. Mithat Özsan’ın çok hoşuna gider, sık sık gece laboratuvarlarımızı ziyaret ederek gençlere moral verirdi. Fakat fazla ders ücreti bu sistemi bozmuş ve herkes haklı olarak daha fazla maddi imkân sağlamak isteyince, kurduğumuz düzen bundan olumsuz olarak etkilenmiştir. Demek istediğim, herkes kendi bildiği konuları işlediğinden, maalesef yenilikler göz ardı edilmeğe başlanmıştır.
Ancak kurduğum bu büyük çalışma grubunun çalışmalarını yapılabilmesi için büyük altyapılara gereksinme vardı. Laboratuvar sorunu Bölümde çözülmesine karşın, indekslemeler, damızlık materyalin üretimi ve saklanması için araştırma ve üretim seraları yanında elekevlerin yapımı gerekliydi. Biz Üniversite olarak Tarım ve Köyişleri Bakanlığına ülkemiz Turunçgil sorunlarını ortaklaşa araştırmak ve çözüm yolları araştırmak için Rektörümüz önderliğinde bir öneri götürdük ve bu girişim sonucu liderliğim altında ortak bir proje oluşturuldu. Bakanlık Dünya Bankası kredilerinden yararlanarak Üniversiteye ülkemizin ilk bilgisayar ve iklim kontrollü seralarını kurdu. Bu alan 1990 yılında Rektörlüğe bağlı benim liderliğimde Subtropik Meyveler Araştırma ve uygulama Merkezi haline getirildi. Daha sonra Merkezin döner sermayesi kaynakları ile finanse edilerek yapılan 12 da böcek kontrollü seralar hizmete sokuldu. Bir fikir oluşturmak için bu amaçla harcanan miktarı da belirtmek isterim. Merkez kuruluşunda yaklaşık 3 Milyon Amerikan doları harcanmıştır.
BİLGİSAYARLI SERALAR

BİLGİSAYARLI SERALAR

Tüm bunlar yaşanırken ben, 1982 yılında Fen ve Edebiyat Fakültesine Dekan olarak atandım. Sabahları Dekanlıkta, öğleden sonra gecenin ilerleyen saatlerine kadar Bölümde görev yaptım.
İşte yukarıda kısaca özetlediğim çalışma süreci içinde bir hayalim oluştu. Ülkenizin en büyük tarımsal potansiyeline sahip Doğu Akdeniz bölgesinde ülkemiz tarımında da bir ilki oluşturacak TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ kurmak. O yıllara kadar TÜBİTAK bünyesi içinde tarımın bitkisel üretimini ilgilendiren bir Araştırma Enstitüsü yoktu. Neden TÜBİTAK derseniz, ben o yıllar 7 yıl düzenli olarak TÜBİTAK - Tarım, Orman Çalışma Grubunun üyesiydim ve Rektörümüz Sayın ÖZSAN’ da başlangıçta bizim Grupta ve daha sonraları ise TÜBİTAK Bilim Kurulu üyesi olarak çalıştı. Böyle bir ortam bana TÜBİTAK Araştırma Enstitüsü hayalini kurmama neden oldu. Tek neden bu değildi. Benim yaptığım gibi büyük bir araştırmacı grubu ile geniş konuların araştırılmasına maddi olanak sağlamak, daima en önemli sorunların başında geliyordu. Ayrıca Bakanlık şemsiyesi altında tek doğrultusu bilim olan böyle bir enstitünün yaşatılması çok güçtü. Üniversitelerimiz böyle geniş çalışma gruplarının çalışmalarına ortam hazırlamakta, düşünce olarak uzak ve Araştırma Enstitüsü olarak yapılandırılacak kurumların yönetiminde tek doğrunun bilim olması fikrini kabulü oldukça zordu. Başlangıçta bizim şansımız Rektörümüzün Turunçgil alanında bir duayen olması ve yönetimi süresince Üniversitenin tüm birimlerinden araştırma politikasının oluşturulmasını istemesiydi. Böyle bir yöneticiye sahip olmak kendini araştırmaya adamış büyük çalışma gruplarının finansmanı ayrı bir sorundu. Hiç unutamam 1990’lı yılların zannederim ilk yarısında, araştırmalar sonucu virüs ve virüs benzeri hastalıklardan arıttığımız damızlık materyali ülkemiz üreticisine iletilebilmesi için Turunçgil fidanı üretimine başlamıştık. Merkezde tarafımızca eğitilmiş, mikro aşılama tekniğini, topraksız ortamda ve böcek korumalı seralarda üretim tekniklerini öğrenmiş 12 yardımcı personel çalışıyordu. Geçici olarak çalışan bu personelin çalışma izinleri Merkezimiz adına her yıl Maliye Bakanlığı tarafından Rektörlük bütçesine gönderiliyordu. Bir yılbaşında yeni düzenleme ile Üniversitemizin değişik birimlerinde çalışan personelin kadroları, zannederim, birazda azaltılarak torba kadro olarak Rektörlüğe gönderilmişti. Bu kadrolar Rektörlük tarafından ihtiyacı olan birimlere dağıtılacaktı. Sürpriz, Rektörlük 5 ay boyunca bize tek kadro dahi vermediği gibi bizi sorunlarımız ile baş başa bıraktı. Bu süre içinde bu personelin maaşları bölgemizin özel sektörü tarafından ödendi. Çünkü biz böyle geniş bir çalışmaya girdiğimizde her adımı bölge turunçgil üreticileri ve Çukurova Çiftçiler birliği ile paylaşıyorduk. Üretici Üniversitenin çalışmalarına inanmış ve sürekli desteğini eksik etmiyordu. Hiç unutamam Merkez olarak bir uluslararası turunçgil konferansı düzenlemiş ve yurt dışından bazı önder araştırıcıları konuşmacı olarak davet etmiştik. Bu düzenlememizde talebimiz olmadan Çiftçi Birliği önemli bir maddi desteği bizlere sağlamıştı. Üretici ve örgütlerini yanımızda hissetmek bize büyük moral kaynağı oluyordu.
Ben mevcut 12 yardımcı personelin ekonomik sorununu halletmek ve çalışmalarımıza devam edebilmek için çareler arar duruma düşmüştüm. Merkezin ve çalışmalarımızın devamlılığı benim için çok önemliydi ve Üniversitemden yardım alamaz durumdaydım. Bu çaresizlik içinde o yıllarda koalisyon hükümeti içinde olan ANAP İl Yönetimine başvurmak aklıma geldi. ANAP Adana il başkanına telefon ederek bölgemiz turunçgil endüstrisinin yapısı sorunları ve geleceği hakkında kendilerine bir brifing sunmak isteğimi ilettim. Bu isteğim parti il yönetimi tarafından uygun bulununca, ben kendilerine Merkezde Doğu Akdeniz bölgesi turunçgil endüstrisinin potansiyelini, sorunlarını ve Üniversitemizin bu alandaki çalışmalarını anlattım ve sonunda içinde bulunduğum çıkmazı anlatarak, yardımlarını istedim. Başkan bana birkaç gün sonra döneceğini söyleyerek bizlerden ayrıldı. Hemen ertesi gün il başkanı beni arayarak bir gün sonrası Maliye Bakanı ile randevumuz olduğunu müjdeledi. Başkan ile Ankara’da Maliye Bakanı Sayın Lütfullah KAYALAR ile buluştuk, sorunumu anlattığımda derhal yetkililere emir vererek mevcut işçi kadrosunun Çukurova Üniversitesi, Subtropik Meyveler adına çıkarılması için gerekli emirleri biz huzurda iken verdi. Hatta bu ziyarette unutamadığım bir anımda oldu. Sayın Lütfullah KAYALAR’ a takdim edildiğinde beni ismen Tarım ve Orman Bakanı olduğu esnada duyduğunu tanımaktan da memnuniyetini ifade etmişti. Böylece benim yardımcı personel sorunum Rektörlük disiplini dışına taşınmış oldu ve bir daha da yaşanmadı. Benim Merkezde fidan satışları sonucu oluşturduğum döner sermaye bilimsel çalışmalarımı genel bütçeden bağımsız hale getirmesi, araştırma ve lisansüstü yurtdışı eğitimlerde inanılmaz rahatlık sağlıyordu. Bu nedenledir ki, kurmayı hayal ettiğim Araştırma Enstitüsüne maddi destek sağlamak için Turunçgil ihracatına araştırma için çok ufak bir fon koymanın yollarını araştırıyorduk.
Merkezde bu çalışmalar bu kadar yoğunlaşmadan önce 1990 yılların başında, Sayın ÖZSAN daha TÜBİTAK Bilim Kurulu üyesi iken, Üniversitemiz bünyesi içinde bir TÜBİTAK ARAŞTIMA ENSTİTÜSÜNÜN kurulmasına karar verildi ve Enstitü Başkanı için Üniversitemizden isim istendi. İşte bu aşama benim için sürpriz oldu. Çünkü Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü, yeni kurulacak Enstitü Başkanının kendilerinden olmasını istedi. Bana da başkan yardımcılığı önerildi. Tüm projeler, çalışmalar benim tarafımdan planlanmış ve başlatılmıştı. Hatta bu konuda birçok master ve doktora çalışması yapılmış ve birçok yüksek lisans öğrencimi yurt dışına göndererek eğitmiş ve birçok tekniğin ülkemize transferini sağlamıştım. Böyle bir öneriyi kabul etmem imkânsızdı. Ben bunu Sayın ÖZSAN’ açık bir dille anlattım. Çalışma grubum olmadan böyle bir Enstitünün kurulması düşünülemeyeceği ayrı bir gerçekti. Tüm bu gerçeklere rağmen benim ismim Üniversitem tarafından Başkan adayı olarak TÜBİTAK’a bildirilmedi. Böylece benim hayallerim yıkılmış oldu. Ancak Merkezde çalışmalar ilerledikçe bendeki Enstitü hayali beni rahat bırakmıyordu. TÜBİTAK BİLİM KURULUNA Sayın Prof. Dr. Aytekin BERKMAN seçilmişti ve kendisi Ziraat Fakültesi Dekanlığı zamanından benim yaptıklarımı biliyordu. Ben kendisine konuyu ve geçmişi anlatarak yardımlarını istedim. Buradan öncelikle kendisine TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜ’ sünün ikinci defa kurulması aşamasında, bana ve grubuma yaptığı yardımlar için teşekkür ve minnet duygularımı iletmek isterim. TÜBİTAK Bilim Kurulu birkaç defa Merkezimizi ziyaret etti ve benden brifingler aldı. Çalıştığım süre içinde bende gelişen bir diğer alışkanlık ise, fırsatını buldukça gelişmiş ülkelerdeki tarımı ve ülkemiz gerçeğini anlatmak olmuştur. Hatta bu brifinglerdeki görüşlerimi ve mevcut notlarımı, Bilim Kurulu üyesi olan eski maliye bakanlarından Sayın Atilla KARAOSMANOĞLU benden rica etmişti. Hatta bu ziyaretler esnasında Bilim Kurulu üyesi Sayın Erdal İNÖNÜ’ yü de birkaç defa misafir etme onurunu tatmıştım. Sonuçta hayalim gerçekleşti. Ben Üniversitem arada olmadan TÜBİTAK ile bire bir temas kurarak, onları tarım alanında ilk Araştırma Enstitülerini kurmaya ikna etmiştim. Detaylı bir çalışmalar sonucu Enstitü ismi TÜBİTAK–ÇUKUROVA İLERİ TARIM TEKNOLOJİLERİ ARAŞTIRMA VE GELİŞTİRME ENSTİTÜSÜ olarak belirlendi ve kurucu Enstitü Başkanlığı şerefi de bana verildi. 1998 yılında kurulan Enstitü beni çok mutlu etmişti. Uzun yıllardan beri hayal ettiğim Araştırma Enstitüme kavuşmuştum. Ama bundan sonra yapılacak daha çok iş vardı. Ben bu yıldan itibaren hem Merkez ve hem de Enstitü müdürü olarak görev yapmağa başladım. Böyle bir Enstitünün Üniversite bünyesi içinde yaşaması ve gelişmesine pek olanak yoktu. Bunun üzerine Enstitü için Doğu Akdeniz bölgesinde yer arayışına girdim. Bu arada bana bölgenin büyük üreticileri yardım etmeğe başlamışlardı. Ancak işler oldukça ağır gidiyordu. Bu işlerin kotarılması için hükümet nezdinde girişim yapabilecek kişilere ihtiyacım vardı.
Tüm bunlar yaşanırken, 2002 yılında yeni seçilen Sayın Rektörümüz bir gün benimle çalışmak istemediğini söyledi. Yapabileceğim pek bir şey kalmamıştı. Kendisinden bana bir ay süre vermesini rica ettim ve bu sürenin sonunda Rektör ve yardımcılarına bir brifing vererek, Kasım 2002 tarihinde Merkezimden ve yılların hayali olan Enstitümden ayrıldım. Benimle beraber çalışma arkadaşlarımda ayrılarak kendi Bölümlerindeki laboratuvarlarına döndüler.
Biliyor musunuz, yılların hayali olan ve tarımın ilk TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ artık yok. Çünkü ona hayat veren ben ve çalışma grubumdaki genç meslektaşlarımın hayalleri idi. Onu yaşatmadılar, maalesef daha bebeklik çağında o da mazi oldu. Bana ise “çalışma hayatımda BİR HAYALİM VARDI” diyerek, o güzel günleri anmak ve böyle bir BLOG yazısında siz akademisyenlerle dertleşmek kaldı. Tüm yaşam çemberi içinde iki tip insan vardır. Birinciler emek vererek üretenler, ikinciler ise kendileri üretmediği gibi empatiden uzak olarak üretenleri hedef alanlar. Bu husus hemen hemen hepimizin bildiği bir ülke gerçeğidir. Bunu bende biliyor, ama genellikle beni iyi tanıyan ve iyi sorgulayan yöneticilerim tarafından korunmuştum. Bu ayrıcalığı uzun zaman yaşadım. Ama bir an geldi ki, benim doğal olarak algıladığım o korunma kalkanı, meğer bizim gibi henüz bilim toplumu olmamış ülkelerde bir lüksmüş. Ben bu tarafını hiç göremedim. Sandım ki yaptıklarım ve Üniversitede yarattığım kuruluş ve bilim havası beni hep koruyacak. Ama öyle olmadı. Esasında o yıllarda dahi akademisyenlerin kaderi daima Dekan veya Rektörün iki dudağı arasında olmuştur. Neden derseniz, beni yakından tanıyanların benden, bu hususu açıklayan başka bir deyişi de sıklıkla duymuşlardır. Henüz bilim devleti olamamış gelişmekte olan ülkelerde bilim yapmak, Müslüman mahallesinde salyangoz satmağa benzer. Yaptıklarınız sizin çalışma süresi ile sınırlıdır. Ben buna Üniversitemde örnek teşkil etmekteyim. Yukarıda yaptıklarımı ve hayallerimi sizlerle paylaştığım. Benim generasyonumda hiçbir akademisyenin hayal edemeyeceği projeler gerçekleştirdim ve çalışma birimleri kurdum. Yalnız Merkez kuruluşuna 3 Milyon Amerikan doları harcadım. Üniversitemin bunda katkısı 1/30 kadardır. Peki, ne oldu, ben ayrıldım ve süreklilik olmadığı için bir ömür harcanarak yaratılan bilim düzeyi ve kurumlar buharlaşıp kayboldu. Ve bunun hesabı Üniversite yönetimlerince maalesef sorulmadı. O halde ben ülkemizde bilim yapmanın Müslüman mahallesinde salyangoz satma benzetmesi ile açıklamamda haklı olmaktayım. Öğrencilerime hep tavsiyem bilim yapacaksanız, lütfen bilimi politika edinmiş ve bu konuda özgün kuruluş ve projeleri olan ülkelere gidiniz. Benim bunu söylediğimde ülke dışına çıkış bugünkü kadar kolay olmamasına rağmen, bunu başaran arkadaşlarım oldu. Sonra sürekli olarak kamuoyunda sorulur, niçin beyin göçü var?
Bu makaleyi yazıp yazmamakta çok düşündüm. Ama benim önümde beni uyaracak akademisyenler olsaydı, çalışmalarım esnasında beklide beni yaşadığım olumsuzluklardan koruyacak önlemleri baştan alabilirdim. Üniversitelerimizde mutlaka benim gibi hayalperestler vardır. Benim yaşamım onlar için bir yol gösterici olursa, uğraşlarım yine de boşa geçmemiş olur.
Belki aklınıza Merkezden ayrıldıktan sonra bu konudaki çalışmaların ne olduğu sorusu gelebilir. Her dönem yaptıklarını ulusal ve uluslararası konferanslarda sunan Merkez’den son 14 yıldır hiçbir tek bir akademik ses ne yurt içinde ne de yurt dışında duyulmadı. Çünkü benden sonra bu kurumların başına yapılan atamalarda ne yazık ki liyakat aranmadı. Bunun sonucu benim hayal dünyamın eseri olan MERKEZ ve TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ de unutuldu gitti.
Çukurova Üniversitesinde çalışmak benim için hayat tutkum oldu ve her şeye rağmen böyle bir olanak bana lütfedildiği için kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Ama bu deneyimle tekrar böyle bir hayat dilimi yaşamak ister misin diye sorulursa, vereceğim yanıt maalesef hayırdır. Çünkü yetiştirdiğim meslektaşlarım dışında arkamda tüm uğraşlarıma rağmen yaşayan ve ülkeme yararlı bir eser bırakamadım.
İnsanlar bilmeden başkalarına ne kadar büyük zararlar verebiliyor. Bunlardan korunmak için Üniversitelerimizde Dekan ve Rektörlerin atanmasında bilimsel ve yönetim liyakatleri bir şekilde aranmalı ve sağlık bilimleri ayrı kampüslar halinde kurulmalıdır.








Etiketler: , , , , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa