TARIM ÜRETİMİ ŞEKİL Mİ DEĞİŞTİRİYOR?
Sürekli ürünlerini
tükettiğimiz ve hayatımızın ana kaynağı olan tarım, şekil mi değiştiriyor?
Evet, bu kadar iç içe olduğumuz bir sektör çok hızlı şekil değiştirmektedir.
Burada garip olan, ürünleri ile her gün
iç içe olduğumuz ve ürünlerini tükettiğimiz bu sektörü genelde çok iyi
tanımamamız ve ona yabancı olmamızdır. Yakın zamana kadar genellikle küçük
işletmelerde üretim yapan ve toprağa bağlı olan bu sektör, artık endüstriyel
boyutlara taşınmaktadır. Kırsalda yaşayan ve köylü olarak tanıdığımız kişilerin
tarımsal üretimle gittikçe ilgisi kesilmektedir. Ben bu yazımda genelde
bitkisel üretimin şekli ve yapısı üzerinde durmak istiyorum. Yarım asırdan
fazla bu sektörün içinde olan biri olarak, değişimin inanılmaz boyutlarda
olduğunu söyleyebilirim. Hükümetlerin sosyal ve tarım politikaları da dünyadaki
bu evrime destek vermekte, köylerden şehirlere olan göç büyük ivme
kazanmaktadır. Yalnızca bu politikalar değil, ayni zamanda yerli ve yabancı
büyük sermayelerin tarıma yönelmesi ve bu sektörü endüstrileştirmesi de bunda
ana etkendir.
Bu gelişmenin temelleri
geçen asrın ortasında atılmağa başlamıştır. Dünya nüfusunun artışı beraberinde
beslenme sorunlarını da dünya gündemine taşımıştır. Üretimin bazı yörelerde
mono tarım şeklini alması, bitkisel üretimde hastalık ve zararlı sorunlarını
beraberinde getirmiştir. Nitekim 1970 li yılların ilk yarısında Çukurova’da
pamuk tek ürün olarak yetiştirilmekteydi. Fakat bu yıllarda ortaya çıkan
beyazsinek (Bemisia tabaci) sorunu
bir yetiştirme sezonunda ilaçlama sayısını 18 lere kadar yükseltmiştir. Bu
kadar yoğun insektisidin (böcek ilaçları) uçaklarla geniş bölgelerde
kullanılması, inanılmaz boyutlarda ekolojik dengeyi bozmuş, çevre kirliliğini
artırmış ve ilaçsız herhangi bir ürünün yetiştirilmesi olanak dışı kalmıştır.
Bu çaresizlik içinde 1980 li yılların başında, ikinci ürün planlaması ile
gelecek yıllarda, bölge tekrar ekolojik dengesini bulmağa başlamıştır.
Sorunlarla savaşta, uluslararası
kuruluşlar bu konuları araştırmak için Araştırma Enstitüleri kurmuşlar ve
genellikle ıslah çalışmaları ile bu sorunların bir kısmını aşmışlardır. Diğer
taraftan yine Uluslararası bazı kimya kuruluşları tarımsal ilaçlarda inanılmaz
ilerlemeler sağlamış, geniş spektrumlu ilaçlar yerine daha çok soruna odaklı
ilaçlar üreterek, daha çevreci ürünleri kullanıma sunmağa başlamışlardır.
Ayrıca sulama yöntemlerindeki yenilikler, sulama ve besin maddelerinin
bitkilerin istedikleri düzeyde sunulması (fertigasyon) bitkisel üretimde doğanın sınırlamalarını
kısmen ortadan kaldırarak üretimde patlamalara neden olmuştur. Geçen asrın
ikinci yarısında YEŞİL DEVRİM olarak isimlendirilen bu gelişmeler, daha sonra
yeşil devrim ürünlerinin insan ve hayvan beslenmesinde sağlık yönünden bazı
olumsuzlukların ortaya çıkması ile kısmen de olsa o çok ümit var olan
kapasitesini ve popülaritesini yitirmeğe başlamıştır. Buna tepki olarak organik
üretim ortaya çıkmış ve organik ürünlere olan talep artmıştır. Yalnız burada
bir hususun altını çizmek isterim. Organik tarım köylünün küçük üretim
birimlerinde ürettiği ürünler değildir. Bu üretim şeklinde hakim olan üretim
disiplini oldukça gelişmiş ve üretim, ancak bu disiplin içinde sertifikalı
olmak zorundadır. Bizim gibi ülkelerde organik tarımın gelişmesi ve boyut
kazanması oldukça zordur. Klasik tarımda dahi agrokimyasalların neden olduğu
sorunları aşamayan ülkeler, organik tarım gibi daha disipline olan üretim
şekillerini denetlemek ve bu sektörü güvenilir hale getirilmesi oldukça zordur.
Organik tarımda bitkisel üretimin her safhasının uygulanması ve düzenlenmesinde
daha fazla bilgi ve deneyime gereksinme vardır. Bugün gerek ilgili Bakanlığın
Araştırma kurumlarının ve gerekse sayıları 33 ü bulan Ziraat Fakültelerimizin
bu aşamada yeterli olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Yalnız bilim
adamlarımıza haksızlık etmemek için bir konunun altının özellikle çizilmesi
gerekmektedir. Bugün ülkemizde Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan beri
tarımda bilim adamı yetiştirmek için örnek girişim ve destekler sürekli olmuş
ve bu destek bugünde ivme kazanarak devam etmektedir. Peki, sorun nereden
kaynaklanmaktadır? Burada sorumlu olan tek kuruluş devlettir. Çünkü ülkemizin
tüm birimlerinde hiçbir zaman bilime olan gereksime ve inanç olmamıştır. Devlet
organik tarım için bir lütuf olarak Allah’ın lütfu olan Güneydoğu Anadolu
bölgesini GAP projesi kapsamında bilinçsizce heba ettik. Hatta
Üniversitelerimiz için de bu sav geçerlidir. Genellikle Üniversitelerimizde
bilim, akademik aşamaları geçmek için
yapılan faaliyetin adıdır. Bunu 40 yıla yakın akademik hayatımda yaşayarak
gördüm ve öğrendim.
Bu nedenledir ki,
bitkisel üretimde gelişmeler hep özel sektör destekli olmuştur. Burada da
konunun daha iyi anlaşılması için bir saptama yapmak istiyorum. Gelişme derken
doğal olarak üretimdeki ürün artışı vurgulanmaktadır. Ancak hemen bir sorunun,
burada ortaya atılması gerekmektedir. Peki, bu üretim artışı kantitatif ve
kalitatif karakterleri beraber içermekte midir? İşte bu soruya verilecek yanıt,
kanımca tüm sorunlarında açıkça görülmesinde ve ortaya çıkmasında yardımcı
olacaktır. Üretimdeki iyileşme yalnızca kantitatiftir. İlk yıllarda, yani yeşil
devrimin başlangıcında bunun pek önemli olmamasına karşın, yıllar geçtikçe
kalitede ortaya çıkan kayıplar tüm dünya kamuoyunda sorgulanır hale gelmeğe
başlamıştır. Bunlara ilave olarak bu ürünleri ve bunlardan yapılan diğer
ürünlerin işlenmesi ve pazara sunulmasında kullanılan yöntemler, bırakın
beslenmeyi, bazı sağlık sorunları da beraberinde getirmeğe başlamıştır. Bugün
ülkemiz kamuoyunda da bu sorunlar bazı ciddi görsel ve yazılI basında yeterli
olmamakla beraber yer almağa başlamıştır.
Üretim artışında ana
faktör olan ıslah çalışmalarına, bugün artık genetik mühendisliği de katkı
sunmaya başlamıştır. Günümüzde görsel ve yazılı basında sıkça tartışılan
genetiği değiştirilmiş organizmaları (GDO) gündemimize taşımıştır. Bu tüm dünya
için kaçınılmaz bir gelişmedir. Çevreciler ve bu alandaki tehlikeyi fark eden
aydın kitle, genetik mühendisliğinin gelişmiş bu ürünlerinin tüketilmesine
şiddetle karşı durmasına karşın, diğer taraftan dünya ve nüfusu hızlı artan
ülkeler, artan nüfusu beslemek zorundadır.
Hükumetler de sürekli bu baskının esiri olacaklardır. Diğer taraftan bu
gelişmelerin uluslararası şirketlerin tekelinde olması ve dünya ekonomik
yapısının bu şirketlerin rahatça iş yapabileceği ortak Pazar haline
getirilmesi, gelişmekte olan ülkelerde doyurulması gereken boğazların artması,
bu gelişmelere karşı durmanın zorluğunu ve imkansızlığını ortaya koymaktadır.
Sorunları iki başlık
altında toplayabiliriz. Birincisi genetik materyalin üretimi ve planlaması
artık gelişmiş uluslararası şirketlerin tekeli haline gelmiştir. Bunun basit
olarak ifadesi, birçok ülke, başta gelişmekte olan ülkeler beslenmeleri ve
örtünmeleri için gereksinme duydukları genetik materyali, yani tohumu bu
şirketlerden almak ve onların pazarı olmak zorundadır. Bu olay tüm gelişmekte
olan ülkelerin gerçeğidir. Çünkü tarımsal teknoloji gerçek bilimsel tabanlı
yüksek teknolojinin hüküm sürdüğü bir sektördür. Gelişmekte olan ülkelerde ise
tarım, hala kırsal kesimin uğraş alanı olarak algılanmaktadır. Gelişmiş
ülkelerde en çok araştırma kurumları bu sektörde faaliyet göstermektedir. Ama
ne yazıktır ki, bugün ülkemizde TÜBİTAK’
a bağlı tek bir Tarımsal Araştırma Enstitüsü yoktur. Kurulmuş olana da,
ülkemizin gelişmiş sayılacak bir Üniversitesi “ONA” yaşam şansı ve hakkı
tanımamıştır.
İkincisi ise, yukarıda da
belirtmeye çalıştığım gibi Tarımsal üretimin endüstrileşmesi, çok geniş alanlar
veya birimlerde üretim yaparak uluslararası pazarda tekel haline gelmesidir.
Örtü altı üretim örnek alınacak olursa, üretim bugün artık doğanın sunduğu
sınırlar dışına çıkmıştır. Termal suyun, diğer bir ifadeyle enerjinin olduğu bölgelerde
toprağa dahi ihtiyaç olmadan tüm yıl boyunca sebze üretimi yapmak mümkündür.
Halen topraksız kültür olarak gelişen bu alanda üretim birimlerinin bazıları
bin dekar büyüklüğe ulaşmışlardır. Gerçekten yılın önemli bir kısmında Avrupa, Kuzey ve Güneyimizdeki ülkelere ihracat
yapmaktadırlar. Bu övünülecek gelişmenin yapısı incelendiğinde ülkemiz
üretiminin dış kaynaklı teknolojiler güdümünde olduğu hemen görülecektir. Yani
ülkemiz bu sektörün yalnızca taşeronluğunu yapmaktadır. Yapılan fason
üretimdir. Tüm üretim teknolojisi ve genetik materyal dış kaynaklıdır. Herhangi
bir neden sonucu, bu teknolojik girdi ülkemize gelmediği veya terk ettiği
takdirde, üretimi ile övündüğümüz bu sektör çökecek ve üretemez hale gelecektir.
Diğer bir ifadeyle genetik materyal dışa bağımlı olduğu sürece, Türkiye kendi
insanının beslemekte ve ihracat yapmakta yeterli olamayacaktır.
Bu iki gerçeğin ışığı
altında ülkemizin küçük üretim birimlerini ayakta tutması son derece önemlidir.
Yıllar önce İsrail’li bir meslektaşım beni bu hususta uyarmıştı. Küçük tarım
işletmelerine ülkemizin sahip çıkması ve desteklemesi gereğini vurgulamıştı. Bu
üretim şeklinde her şeyden önce topraktan kopuş olmayacak, birçok aile tarımda
iş bulabilecek ve geçimlerini sağlayabilecektir. Ancak bu işletmelerin mutlaka
devlet tarafından sübvanse edilmesi gerekmektedir. Zaten tarımsal üretim tüm
dünyada devlet tarafından desteklenmek ve korunmak zorundadır. Bunun aksi
düşünülemez. Ayrıca tarımsal üretime verilen desteğin kamuoyu tarafından
üretimi yapan kişiye yapılmış gibi algılanması büyük bir yanılgıdır. O destek
sayesinde üretim istenilen şekilde yapılabilmekte ve tüm ülke halkı daha
ekonomik olarak o ürünü tüketmek imkanına kavuşa bilmektedir. Ayrıca ülkemizde
son yıllarda bu ürünlerin daha ucuz diye yurt dışından ithali, bizim gibi
gelişmekte olan ülkeleri daha çok uluslararası pazar haline getirmektedir.
Küçük üretim birimlerinin desteklenmesi kırsal alanda mutlu bir kitlenin
yaşamasına, işsizliğin çözümüne ve halkımızın beslenmesinde önemli katkıları
olacaktır. Kısmende olsa dışa bağımlılığı ve tarımın endüstrileşmesinin
olumsuzluklarına engel olabilecektir.
Sonuç olarak şunu
söyleyebilirim ki, tarımsal üretim artık tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de
endüstrileşmektedir. Ancak hala bu gelişmelere paralel ülkemizde yapılabilecek
iyileştirmeler mevcuttur. Her şeyden önce tarımsal endüstrileşmenin yanında
küçük üretim alanlarının korunması ve bunlarda yapılabilecek daha sağlıklı
üretimlerin teşviki gerekmektedir. Hem bu şekilde artan nüfusumuza ve
gençlerimize yeni iş imkanları sağlanmış olacak ve daha mutlu aile ocakları
kurulacaktır. Bu üretim şeklinde üretimi yapacak kişilerin meslek içi
eğitimlerin sağlanması ve desteğin bu yetişmiş kişilere verilmesi bu sektörde
yeni gelişmeler sağlayacaktır. Bu küçük işletmelerde belki organik tarımında
kapıları açılabilecektir.
Hala içimde bir yaradır.
Güneydoğu Anadolu projesi (GAP) tartışılmaya başlandığında, benimde üyesi
olduğum Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi akademik personelinden de yararlanmak
istendi ve orada yapılabilecek üretim şekillerinin araştırılması için destekler
verildi. Üniversitem orada bir araştırma birimi oluşturarak yıllarca çalıştı.
Ancak benim o yıllarda dile getirdiğim, fakat maalesef Fakültem tarafından
desteklenmeye değer verilmeyen düşüncem, Güneydoğu Anadolu bölgesini baştan
organik tarıma açmaktı. Bunun için sizlere çok basit bir örnek vermek isterim.
O yıllarda Çukurova’ da bir yıl içinde yapılacak pamuk tarımı için 10, hatta
daha fazla ilaçlamaya gerek duyuluyordu. Fakat bu üretim Şanlıurfa’ da Fırat
kıyılarında ilaçsız yapılabilmekteydi. Kısaca doğal denge tüm unsurları ile bu
bölgede hüküm sürmekteydi. Bu ayrıntı gerek devlet araştırma kurumları ve
gerekse Üniversiteler tarafından dikkate alınmadı. Alınmış olsaydı, yalnız bu
bölgede yapılacak organik tarım getirisi, tüm ülke tarımsal üretiminden daha
fazla olacaktı. Böylece bu kadar geniş alanlarda ve Yukarı Mezopotamya’da
dünyaya örnek bir organik tarım alanı oluşacaktı. Hemen şunu da eklemek
istiyorum. Yalnız ülkemiz bilim adamları ve teknisyenleri ile böyle bir
üretimin başarılması pek olası değildi. Ama böyle bir konuda gelişmiş birçok
ülke ile işbirliği kolayca sağlanabilirdi. Bu fırsatlar hala Doğu Anadolu başta,
birçok yöremizde mevcuttur. Ancak bu konularda gerek devlet ve gerekse
Üniversitelerimizin bilim politikaları ve çalışmalarını, bu politikalar
doğrultusunda yapması bir zorunluluktur.
Etiketler: Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar, Güneydoğu Anadolu bölgesi, Organik tarım, Tarımın endüstrileşmesi
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa