22 Kasım 2018 Perşembe

ÜLKEMİZ TURUNÇGİL TARIMININ YAPISI VE SON YILLARDAKİ BAZI GELİŞMELERİ



 Prof. Dr. Ahmet ÇINAR

Bu makalemin ana konusu 2018 yılında hala tartışılan ülkemiz turunçgil tarımının sorunlarıdır. Hatta Kasım 2018 tarihinde Bloomberg Televizyonunun başarılı tarım editörü Sayın İrfan DONAT’ın Mersin Ticaret Borsası Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Abdurrahman ÖZDEMİR İle yaptığı söyleşide, dış pazarlarda başarılı olabilmemiz için turunçgil üretiminin tüm yıla yeni çeşitlerle yayılması gereği dile getirilmiştir. Bu doğru bir saptama olmasına karşın, Çukurova Üniversitesinde 1980 yılında başlayan ve hala devam eden bir projede bu ve diğer turunçgil tarımı sorunları tüm boyutları ile ele alınmış ve bu hususlar sürekli kamuoyu ile paylaşılmıştır.
Bunlara cevap olarak 2003 yılında kaleme aldığım ve CİNE TARIM dergisinde yayımlanan bir makalemi, 15 yıl sonra tekrar bu BLOG’da da ilgililere hatırlatılması düşüncesiyle yayımlamaktayım.
Ülkem adına tek dileğim, turunçgil konusunu ilgilendiren üretici ve birlikleri, araştırma ve yayım kurumları ile üniversitenin içinde bulunduğu bir örgütün patronajında konunun tekrar ele alınmasıdır. Aşağıdaki makalede görüleceği gibi, üretimde tahmin edilen miktarlara yaklaşılmış, ancak sayılan tüm diğer sorunlar ise bu konuda ülkemizde daha önceden yapılanlardan habersiz hala devam etmektedir. Bu konuda daha önce yapılan çalışmaların maalesef devamı gelmemiştir. Hatta Üniversitede bu alanda yapılan liderlik ortadan kalkmış, TÜBİTAK’ın tarımda bölgemizde kurduğu ilk Araştırma Enstitüsü de ilgisizlik sonucu lav edilmiştir. Çözüm mü, aşağıdaki makalede irdelendiği gibi tüm paydaşların yer aldığı ÜRETİCİ BİRLİKLERİNİN kurulması ve onların patronajında sorunların saptanması ve çözüm yollarına gidilmesidir.

Ülkemizde turunçgil tarımındaki gelişme trendi son 10 yılda % 4-5 civarındadır. Bu trend son 15 yıldır güçlenerek artmaktadır. 1990 yıllarının sonunda rant gelirlerinin yüksekliği nedeniyle zayıflayan turunçgil yatırımı 2000 yılından itibaren tekrar artmaya başlamıştır. Nitekim 3 yıl önceye göre toprak fiyatları 10 misli artmıştır.
Halen yapılan üretim 2 milyon ton olarak kabul edilirse, gelecek15 yıl içinde turunçgil tarımı ikiye katlanarak 4 milyon tona ulaşacaktır. Ayni görüş Akdeniz İhracatçılar Birliği tarafından da dillendirilmiştir. Bunlar turunçgil üretimi için olumlu görüşlerdir. Sonuçta ülkemiz Akdeniz havzası içinde lider konumunda olan İspanya için ciddi bir rakip olarak ortaya çıkmaktadır. Bu husus tarafımızdan son yıllarda dile getirilmesine karşın İspanya bunu son çeyrek asırdır bilmektedir. Onların ifadesine göre İspanya turunçgil üretiminde sınırlarını 5 -6 milyon ton arasında tutma sıkıntısı çekerken, ülkemizde üretim alanlarının küçük bir kısmı kullanılmaktadır.
Bu durumda kendimize aşağıdaki soruyu sormak ve bunun yanıtı akıl yolu ile bulmak zorundayız.
Gerçekten önümüzde duran ve ülke olanaklarının sunduğu bu potansiyeli aktive etme başarısını gösterebilir miyiz?
Ben kendi adıma devlet ve özel sektörün bugünkü yapılanması içinde bu gelişmeyi pek olası görmemekteyim.
Neden?
Çünkü tüm sektörlerde ekonomik üretimin ANA ÖGELERİ olan Devlet Araştırma Kurumları, Özel Sektör bu gelişmenin gereği olan yapı ve düşünceye henüz ülkemizde sahip değillerdir.
Bu sorunun yanıtını ararken Turunçgil Endüstrisi gelişmiş olan ülkelerde bu ögelerin yapılarına bakmak ve incelemekte yarar var.
DEVLET bu ülkelerde turunçgil tarımını belirlediği politikalar ile desteklemektedir. Her şeyden önce üretici birliklerinin oluşturula-bilmesi için gerekli yasaları yaparak, onlara kendi üretim sorunlarını çözmede olanaklar sağlamışlardır. Devlet fidancılıktan satışa kadar tüm adımlarda politikaları doğrultusunda hem destekleyici ve hem de denetleyici konumundadır.
ARAŞTIRMA KURUMLARI bu tarım dalına özelleşmiş olup, yüzlerce uzmanı istihdam etmiş durumundadırlar. Ayrıca extention servislerine sahip veya bu birimlerle çok sıkı işbirliği içindedirler.
ÖZEL SEKTÖR ise üretici birliklerini oluşturarak gerek Devlet ve gerekse Araştırma Kurumları ile birlikte çalışmaktadırlar. Ayrıca sağladıkları ayrıcalıklar ile kurdukları fonlar onlara bu konuda geniş bir aktivite alanı sağlamaktadır. Nitekim bu konuda Sayın Paksoy'un ilginç ve öğretici bir Florida raporu bulunmaktadır.
Bu gerçekler doğrultusunda ülkemizdeki turunçgil endüstrisinin yapısını irdeleyecek olursak, ortaya çıkan tablo hiç iç açıcı olmayacaktır.
Devletin ülkemizde turunçgil tarımı açısından bir politikasının olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Zaman zaman bazı hükümetler konuyu anımsar gibi olmuşlardır. Nitekim 1960 'lı yıllarda geniş bir introdüksiyona gidilerek Alata ve Antalya araştırma birimlerinde çeşit parselleri oluşturmuşlar, fakat devamı gelmeyerek bu çeşitler orada kendi kaderlerine terk edilmişlerdir. 1970 li yıllarda MEYSEB projeleri kapsamında Dünya Bankasından sağlanan düşük faizli krediler ile meyvecilik teşvik edilmiş ve bu arada Doğu Akdeniz bölgesinde turunçgil tarımı atılım yapmıştır. Bu proje esnasında Vaşington navel ve Enterdonat limonu ağırlıklı kurulan tesislerden çoğu bugün mevcut değildir. Bunun nedeni Enterdonat çeşidinin soğuğa duyarlılığı göz ardı edilmiş, Vaşington navel portakalında ise STUBBORN hastalık epidemisi kurulan bahçelerin % 80 den fazlasının sökümüne neden olmuştur. 1990 Yılında FAO destekli virüsten ari fidan üretimi, bu iş daha geniş boyutlarda Çukurova Üniversitesinde yapılmasına rağmen, Amerika lı uzmanlarla Antalya'da başlatılmış, ancak tüm altyapıya rağmen aşı gözü üretimi dışında bir etkinlik gösterememiştir.
Devletin bu konuya ilgisini vurgulamak için yaşadığımız çok çarpıcı bir örnek mevcuttur. 1990 lı yılların başında Çukurova Üniversitesi Mersin-Huzurkent yöresinde tüm dünya için yeni olan “Turunçgil Klorotik Dwarf” ismini verdiği bir virüs hastalığı bulmuştur. Bu virüs hastalığının turunçgil beyaz sineği tarafından taşındığı, HASTALIK bulunduktan sonra Bakanlığa başvurarak bu il sınırları içinde turunçgil fidanı yetiştirilmesini yasaklamasını istemiştir. Bu talep Bakanlık tarafından da uygun bulunmuş ve bir genelge yayınlanmıştır. Fakat fidan üretimi, bir Bakanlık kuruluşu olan Alata Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsü ve özel sektör fidanlıklarında halen devam etmektedir. Hatta özel sektör internette Web siteleri kurarak fidanlarını tüm ülke bazında rahatlıkla satabilmektedir.
Araştırma Kurumları açısında ele alınacak olursa, bu kurumların etkinliğinde bahsetmek pek mümkün değildir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Antalya da kurulan NARENCİYE ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ yıllar geçtikçe etkinliğini yitirmiş, turunçgil tarımının Doğu Akdeniz'e kayması ile ülke çapında önemini yitirmiş ve bu nedenle Seracılık Araştırma Enstitüsü ile birleştirilmiştir. Halen turunçgil tarımının % 80 i Doğu Akdeniz’de yapılmasına karşın, bu bölgede bu tarım dalına özelleşmiş bir araştırma kurumu mevcut değildir. Alata' da bulunan Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsünün bu konuda istenen etkinlikte olduğunu söylemek mümkün değildir.
Ancak 1980 li yılların başında Çukurova Üniversitesi MEYSEB kredileri ile kurulan bahçelerde yaşanan Stubborn epidemisi ile birlikte konuya eğilerek, bugün tüm dünyada turunçgil tarımının bir numaralı sorunu olan “ Virüs ve virüs benzeri Hastalıklarının” araştırılması başta olmak üzere bu etmenlerden ari fidan üretimi tekniklerini geliştirmiş, belli ölçüde üretici ile birlikte çalışma olanağını yakalayabilmiştir. Bugün ülkemiz ve bölgemizde potansiyel tehlike oluşturan hastalıklar bilinmektedir.
Üniversite 1998 yılında yıllarca özlemini duyduğu TÜBİTAK-ÇUKUROVA İLERİ TARIM TEKNOLOJİLERİ ARAŞTIRMA VE GELİŞTİRME ENSTİTÜSÜNÜN bölgemizde kurulmasını sağlamıştır. Unutmayalım ki bu Enstitü, ülkemizde tarım sektöründe TÜBİTAK içinde kurulan ilk ve tek araştırma kuruluşudur. Tüm amacımız bunu uluslararası bir kuruluş haline getirmekti. Ancak benim ve ekibimin gerek Merkez ve gerekse TÜBİTAK Enstitüsünden ayrılmamız bu hayalimizin gerçekleşmesine izin vermemiştir. Tüm ümidim yeni ekibin bu konudaki yarışa devam etmesidir.
Özel sektörümüzün yapısı, hepimizin bildiği gibi bir organizasyon yoksunluğu içinde olduğu görülmektedir. 1980 yılı başında ilk araştırma grubunu kurduğumda beni en çok üzen konuların başında özel sektör içinde “Üretici Birliklerinin” olmayışı idi. Hemen hemen yaptığım tüm konuşmalarda bu noksanlığı vurguladım. Hatta Üniversite içinde bazı öncü üreticileri toplayarak teşvik ettim. İstek olmasına rağmen, bu organizasyonlara izin veren yasal altyapının olmaması hep karşımıza engel olarak çıktı. Daha sonra (TURUNÇGİL ÜRETİCİLERİ DERNEĞİ) TUYED kurucuları, dernekler yasasından yararlanarak bu sorunu kısmen aşabildiler. Ancak bu sorunların çözümü anlamına gelmemektedir. TUYED halen Adana içinde belirli üreticileri kapsayan bir üretici birliğidir. Sorun tüm üreticileri kapsamadıkça devam edecektir, görüşündeyim. Bugün TUYED in faaliyetlerini izlemekten maalesef yoksunum. Son 20 yıldır Birliklerin kuruluşu için uğraşmama rağmen kurulan ilk birliğin içinde olma becerisini gösteremedim.

Üretici kesim ancak Birlikleri kanalıyla sorunlarını saptama, bunları devlet ve araştırma kurumları ile paylaşma imkanı içinde olacaktır. Ayrıca sorunlarının çözümü için gerekli olan finansmanı değişik yollardan fonlar oluşturarak sağlayabilecektir. Düşünün Adana’da sınırlı sayıda üreticilerin kurdukları bir üretici derneği bile değişik konuların tartışılması ve paylaşımına olanak tanımaktadır. Bu vesileyle dernek yöneticilerine bana bu konudaki görüşlerimi sunma imkanı tanımaları nedeniyle bir daha teşekkür etmek isterim.
Sonuç olarak gelişmiş üretim birimlerine sahip hiçbir ülkede Üretici Birlikleri kurulmadan veya kooperatifleşmeye gidilmeden gelişme sağlanamamıştır. Kanımca önümüzdeki en büyük engel geniş çaplı Üretici Birliklerinin oluşturulması ve bunların bir çatı altında toplanmasıdır. Diğer ögeler için gerekli altyapının ülkemizde olduğuna inanmaktayım.
Konunun sahibi tam olarak belirlenmediği sürece, yapılan tüm girişimler çok az etkiye sahip olacaklardır.
Burada izniniz ile kendimden örnek vermek isterim. 1970 yılından başlayarak Üniversitenin kuruluşu ve ağırlıklı olarak turunçgil sorunlarında çalışmakla geçti. Esas konum olan bitki patolojisi hariç yalnız turunçgil konularında ana başlıkları ile sıralayacak olursam, uzunca bir listenin çıktığını görürüz. 1970 li yıllarda turunçgilin önemli sorunu olan Phytophthora ve uçkurutanın değişik sorunlarını araştırmak ile geçti. 1980 li yıllarda turunçgil virüs ve virüs benzeri hastalık etmenlerinin ülkemizdeki varlığı, bunların teşhisi ile uğraştık. Bu arada tüm dünya için yeni ve beyaz sinek ile taşınan bir virüs hastalığını bularak rapor ettik. Ülkemizde Stubborn hastalığının etmenini izole etme yanında, bu hastalık ile mücadelede neler yapılmasını ortaya çıkardık. Ülkemizde 16 virüs ve virüs benzeri hastalık etmeninin teşhisini yaparak, hangisinin hangi çeşitte tehlikeli olduğunu, nasıl bulaştıklarını ortaya koyduk. En basiti bugün en küçük üretici dahi budama makası ve aletlerini hipo ile dezenfekte etmeyi öğrendi. Kimyasal mücadelesi olmayan bu hastalıklar ile mücadele amacıyla virüs hastalıklarına karşı testlenmiş fidan üreterek üreticinin hizmetine sunduk. Bu arada tüm böcek ve nematod tehdidini ortadan kaldırmak için topraksız kültürde ve böcek korumalı seralarda fidan üretim tekniklerini ortaya koyduk. Bugün bölgemizde birçok fidan üreticisi bu teknikleri kullanmaktadır. Yeni çeşitler ile hasat dönemini tüm yıla yaymak için uğraş verdik ve bunda da kısmen etkili olduk. Sırta dikim, damla sulama ve fertigasyon için sürekli konferanslarımız ve yazılarımız oldu.
Çeşitler bazında bakacak olursak Satsuma grubunun yalnız Satsuma ovari'den (Rize) ibaret olmadığını, diğer çeşitlerin de bulunduğunu, göbeklilerin yalnız Vaşington navelden ibaret olmadığını, bunların erkenci ve geçci çeşitleri bulunduğunu gösterdik. Bugün Üniversite de göbeklilerin (Navel grubu) 17 farklı çeşidi bulunmaktadır. Ayni hususlar Valensiya grubu, limon, greyfurt ve mandarinler içinde geçerlidir. Halen Üniversitenin elinde 100'e yakın çeşit bulunmaktadır.
Bugün ülkemizde tarımda extention servislerinin etkin olduğunu söylemek büyük iyimserlik olur. Bu boşluğu doldurmak ve üretici ile bire bir temasa geçebilmek için TURUNÇGİL BÜLTENİ isimli bir dergi çıkarılarak bine yakın üretici, teknik eleman ve araştırma kurumlarına bedava olarak 4 ayda bir gönderilmiştir. Bu dergideki konular turunçgilin tüm konularını kapsayacak içeriğe sahipti. Ancak 1990 ların sonunda çıkan ekonomik kriz bize bu derginin devamlı çıkmasına imkan vermemiştir. Ancak emekli olmama rağmen sizlerle ilişkimi devam ettirebilmek için tam olarak aktif olmamasına rağmen www.turuncgildergisi.com isimli bir web sayfası yapılmıştır.

Ülkemiz turunçgil tarımının gelişmesinde önemli katkıları olan büyük üreticiler ile sağlıklı bir işbirliği sağlayarak bölgemize getirilen yeni çeşitlerin virüs hastalıkları yönünden testlerini yaptık.
Çukurova'da 33 yılım az veya çok sürekli olarak turunçgil sorunları ile ilgilenerek geçti. 1980 yılında Stubborn epidemisi ile birlikte kurduğum Araştırma Grubu 1990 da Araştırma Merkezine,1998 yılında TÜBİTAK Araştırma Enstitüsüne dönüştü. Bu süre esnasında 15 Master, 20 Doktora çalışmasını bu konularda yönettim. Bu vesileyle benimle beraber bu konularda çalışan bugün her biri başarılı birer akademisyen olan arkadaşlarıma özverili çalışmaları nedeniyle teşekkür ederim. Bana zaman zaman büyük destek veren bölge üreticileri ve onların temsilcisi konumundaki kişilere şükranlarımı arz etmek isterim. Hatta bazıları benim öğrencilerime burs vererek onları yurt dışındaki eğitimlerine katkıda bulundular. Tüm bunlar beni motive eden ve mutluluk veren desteklerdi.
Tüm bunları yaparken Araştırma Merkezine yapılan yatırım 3 Milyon A.B.D. dolarından fazladır. Bunun yarısı Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından sağlanmıştır. Diğerleri projeler kanalıyla yurt içi ve dışından sağlanmıştır. Zaman zaman Üniversitenin bana büyük kaynaklar sağladığı söylenmektedir. Bunlara cevap olarak Üniversitenin katkısının % 2-3 ü geçmediğini söyleyebilirim.
Düşünün tüm bu yatırımlar bölge turunçgil tarımının çözümü amacıyla yapılmışlardır. Ancak bugün arkama baktığımda bu çalışmaları yürütecek ve sürdürebilecek araştırıcıların artık bu birimlerde olmaması bölgenin büyük bir kaybıdır. Halbuki turunçgil tarımının tam bir sahibi bulunsaydı, bugünkü gelişmeler çok farklı bir yol izleyebilirlerdi.
Bu nedenledir ki, Üretici Birlikleri kurulmadıkça uzun yıllar içinde kurulan bu gibi araştırma birimleri kurumsallaşmayacaktır.
Temel sorun olarak gördüğüm bu konulardan sonra birazda Bölgemizde son yıllarda gelişen olaylara temas etmek isterim. Bunları da genelden özele doğru ele almakta yarar vardır.
Geleceğimiz bakımından bizleri en fazla ilgilendiren konu Avrupa Birliği (AB) konusudur. Turunçgil yetiştiriciliği bakımından güçlü rakiplerimizin bulunduğu bu Birlik, bizlere genelde tarımda olmak üzere turunçgilde de önemli engeller koyacaklardır. Bu nedenle AB ile tarım konusundaki gelişmeleri ve detayda turunçgil için olacak gelişmeleri yakından izlemek, bu konuda Ankara'yı bilgilendirmek ve aktif olarak bu gelişmelerde yerimizi almak zorundayız. Bu nedenle bölgemizin en gelişmiş ve etkin durumda olan “Çiftçiler Birliği” ile birlikte çalışmak bir zorunluluktur. Gelişmeler hakkında bilgi sahibi olabilmek için bu konularda etkin olan yerli ve yabancı bürokratları bölgemize davet ederek kendimizi bilgilendirmek ve neler yapabileceğimizi çok iyi saptamalıyız.

Önümüzde duran önemli konulardan biride ülkemiz araştırıcılarının uzun yıllardan beri üzerinde çalıştığı ve önemli bilgi birikimine sahip oldukları sürdürülebilir tarım konusudur. Tarım ürünlerinde agrokimyasalların (gübre + ilaç ) kullanımı AB ülkelerinde çok önemli koşullara bağlanmıştır. Biz üreticiler turunçgil üretiminde bu beceriyi sağlayamadığımız takdirde ihracatımız bundan büyük zarar görecektir. Bunun yanında henüz örneği olmayan “Organik Turunçgil Yetiştiriciliğini” gündemimize almak ve neler yapılabileceğini araştırmak zorundayız. İhracatta önümüzü açmak için ürün çeşitlendirmesine gitmek bir zorunluluktur. Ayrıca gelecek 15 yıl içinde öngörülen üretim miktarına ulaştığımızda tüm üretimin sofralık olması mümkün değildir. Meyve suyu endüstrisinin gelişebilmesi için bu sanayiye uygun çeşitler ile tesis edilmiş bahçelerimiz henüz yoktur. Böyle bir konu bildiğim kadar gündemimizde yoktur.
Diğer taraftan EUREGAP uygulamaları için büyük işletmeler dışında kalan küçük üretim birimlerde nasıl bir rehabiltasyon yapılacağı henüz tartışılmamaktadır.
Üretimle ilgili sorunların başında hala portakallar başta olmak üzere greyfurt çeşitlerini de tehdit eden Stubborn hastalığı önemini korumaktadır. Bu çeşitler ile tesis edilen bahçelerin büyük kesimi bu hastalık ile belirli oranlarda bulaşıktır. Etmen cüce ağustos böcekleri tarafından yabancı otlardan fidan yaşındaki bitkilere taşınmaktadır. Hastalık bölgenin tümünde ayni şiddette değildir. Bazı bölgelerde böcek daha etkin olduğu için hastalık ile bulaşıklılık daha fazla görülmektedir. Bahçeye dikilen fidanın sağlıklı olması hastalıktan korunmak için tam bir güvence sağlamamaktadır. Yukarıda değinildiği gibi hastalık etmenleri vektör böcekler ile taşındığından yeni kurulan tesisin 5 yıl süresince özellikle sonbahar aylarında hastalık yönünde kontrol edilerek hasta ağaçların sağlıklılar ile değiştirilmesi gerekmektedir. Bu uygulama dünyada Stubborn'un sorun olduğu bölgelerde uygulanan en iyi yöntemdir. Ayrıca bu bahçelerde ara tarım yapılması da bulaşma riskini artıran diğer önemli bir konudur. Bu hastalık açısından fidan ile hastalık arasında ilişkinin iyi bilinmesi gerekmektedir. Tüm diğer virüs ve virüs benzeri hastalık etmenleri ile % 100 taşınmasına karşın, Stobborn % 10 - 15 oranında taşınabilmektedir. Bunun nedeni ise hastalığın ağaçlarda homojen dağılmamasıdır. Ancak bu hastalığa duyarlı çeşit fidanlarının açıkta yetiştirilmesi bulaşma riskini artırmaktadır.
Fidan sorunu tüm uğraşlarımıza rağmen bölgede tüm ağırlığı ile yaşanmaktadır. Bir bahçenin ekonomik olmasında en önemli faktör aşı gözüdür. Bunun adına doğru ve aşı gözü ile taşınan hastalıklardan ari olması gerekir. Hemen hemen üreticilerin büyük kesimi bunu göz ardı ederek, en ucuz fidan nereden ve nasıl alınır hesabındadır. Bu nedenle fidancılığında Üretici Birliklerinin ele alması ve disipline etmesi gereken konuların başında gelmektedir. Yoksa yasaklamalar ile bu gibi sorunların giderilmesi mümkün değildir. Nitekim Mersin yöresinde fidan yetiştirilmesi Tarım ve Köyişleri Bakanlığının genelgesi ile yasaklanmasına rağmen kendi kurumları başta olmak üzere özel sektör dahil serbestçe fidan üretmektedirler. Bu gibi uygulamalar bölgedeki turunçgil yetiştiriciliğini her gün daha zor hale getirmektedir. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken önemli konulardan bir diğer de yurt dışından aşı gözü getirilmesidir. Defalarca diğer konuşmalarımda da değindiğim gibi günümüz turunçgil yetiştiriciliğini tehdit eden en büyük sorun bir virüs hastalığı olan TRİSTEZA etmenidir. Bugüne kadar dünyada 60 milyon ağacın ölümüne neden olan bu hastalık özellikle turunç anacı üzerine aşılı portakal, greyfurt ve mandarin çeşitlerini olumsuz etkilemektedir. Hastalık hemen hemen turunçgil tarımının yapıldığı tüm ülkelerde mevcuttur. Yarım asır önceye kadar bu hastalığın bulunmadığı Akdeniz havzasında ilk defa hastalık 1950 li yılların ikinci yarısında İspanya'da görüldü, daha sonra İsrail ve en sonda Kıbrıs adasından rapor edilmiştir. İspanya'dan getirdiğimiz 3 çeşitten ikisinde bu hastalık bulunmuştur. Bu nedenle Üniversite tüm yeni çeşitleri Kaliforniya çeşit üretim merkezinden getirmiş ve her seferinde yaptığı virüs kontrollarında negatif sonuç almıştır. Ancak Kaliforniya dahil özel sektör üretim birimlerinden alınacak aşı gözleri bizler için önemli riskleri taşımaktadır. Dışarıdan getirilen aşı gözleri mutlaka virüsler açısından kontrol edilmesi gerekmektedir. Bugün A.B.D. de tristeza hastalığının yaygın olduğu Florida ve Kaliforniya eyaletlerinde anaç olarak bu hastalığa tolerant turunç dışında anaçlar kullanılırken, hastalığın bulunmadığı Texas eyaletinde % 80 oranında turunç kullanılmaktadır. Turunç anaçlar arasında hemen hemen tüm çeşitlerle uyum sağlayan Phytophthora fungusu ve toprak stres faktörlerine tolerant tek turunçgil anacıdır. Ülkemizde tristeza virüsünün yaygın olmadığı sürece turunç anacı bizlerin işini kolaylaştıran bir lütuftur. Ancak buna rağmen tristeza tehlikesi de göz ardı edilmeden yeni anaçlarla ilgilenmemiz ve bunlar hakkında da bilgi olmamızda yarar vardır.
Ancak virüs taşınmasından korunmak için seralarda yapılan fidan üretiminde başka bir tehlike bölgede etkin olacak gibi görülmektedir. Bir akar çeşidi olan broad mite sera koşullarında fidanlara daha kolay bulaşmakta ve ovaya yayılmaktadır. Bu akar birçok fidan üreticisi için tanınmadığından önlem alınmamakta ve yayılmaktadır.
Hepimizin bildiği gibi yeni anaç çeşitleri bölgemizde de popüler olmağa başlanmış ve bu husus uzmanlar tarafından da desteklenmektedir. Genellikle Carrizo sitranj popülerlik kazanmaktadır. Tristeza hastalık etmenine de tolerant olan bu anaç seçimi biz bitki patologları tarafından da desteklenmektedir. Ancak burada üzerinde durulması gereken çok önemli bir husus bulunmaktadır. Nedense bu anaç çeşidini öneren uzmanlarda bu hususu pek dile getirmemektedirler. Üç yaprak gibi bunun melezi olan sitranjlar da EXOCORTİS viroidine duyarlıdır. Bu hastalık etmeni ülkemiz turunçgil ağaçlarında en fazla yaygınlık gösteren hastalıkların başında gelmektedir. Bölgede yaygın olarak kullanılan turunç anacı bu hastalık etmenine dayanıklı olduğu için üreticiler hastalıktan doğal olarak korunmakta ve hastalığın varlığını bilmemektedirler. Ancak Carrizo anaçları, exocortis viroidi ile yaygın olarak bulaşık üretimdeki ağaçlardan alınan aşı gözleri ile aşılanacak olursa, 5-10 yıl sonra bu fidanlarla kurulan tesislerde yeni ve üreticilerin tanımadıkları bir hastalık ile karşı karşıya gelinecektir. Carrizo sitranjın anaç olarak kullanılmasında tüm dünyadaki kural, bunların virüslerden arıtılmış aşı gözleri ile aşılanmasıdır.

Turunçgil üreticisinin değişmez gündem maddelerinin başında çeşit konusu gelmektedir. Ülkemizin, ihracat göz önüne alındığında en büyük eksiği Klemantin grubu çeşitlerin üretimindeki eksiğidir. Avrupa pazarının alışkın olduğu bu çeşitlerde ülkemizde henüz bir atılım görülmemektedir. Üniversitenin getirdiği ve birkaç üreticiye verdiği Marisol maalesef isteneni verememiştir. İspanya'nın hala gündeminde olan bu çeşit bu günlerde bunun bir mutasyonu olan ve Marisol'e göre meyve kalitesi daha iyi olan Lorenta çeşidi ile yer değiştirmektedir. İspanya nın klasik klemantin çeşitleri ülkemize getirilerek üretici ile buluşturulamamıştır. Konuşmamın başında sözünü ettiğim büyüme trendi göz önüne alındığında bu çeşitlerin ivedilikle bölgemize getirilmesi bir zorunluluktur.
Portakallardan göbekli (Navel) grubunda yaygın olarak Vaşington, ülkemizde bilinmeyen ismi ile Parent çeşidi yaygındır. Üniversite, Bakanlığın 1960 yıllarda getirdiği Frost çeşidini isteyen birkaç üreticiye vermiştir. Eskiden erkenciliği için bölgemizde yetiştirilen Thomson son yıllarda tamamen önemini yitirmiştir. Son yıllarda erkenci ve geçci navel çeşitlerine talep başlamıştır. Üniversite son yıllarda erkencilerden Navelina ve geçcilerden Lanalate ve navalate çeşitlerini kısıtlı oranlarda dağıtımını yapmıştır. Son yıllarda yine geçci çeşitlerden Spring den bahsedilmektedir. Ayrıca renkli navel olarak bilinen Cara cara çeşidi az sayıda üretici tarafından tesis edilmiştir. Bunlara ilave olarak benim erkencilerden önereceğim çeşit Fukumoto'dur. Bunun navelina yanında ülkemizde yaygınlık kazanması gerekmektedir. Turunçgil endüstrisini geliştirmek isteyen birçok ülkenin gündeminde olan bir çeşittir.
Yıllar önce büyük dirençle karşılaşan Valensiya grubu portakallardan bölgemizde en yaygın yetiştirilen çeşit Valensiya late'dir. Bunun yanında Şubat Mart aylarında yetişen Valensiya midknight çeşidi belirli oranda yetiştirilmektedir. Ancak Kaliforniya'nın gündeminde olan Rohde red, Olinda gibi Valensiya çeşitleri ülkemizde bilinmemektedir. K.K.T.C. AB'ye girdikten sonra Kıbrıs valensiyası ülkemize gelmeyeceği gerçeğini de düşünmekte yarar vardır. Bu çeşitler ülkemizde mevcuttur.
Turunçgil meyve suyu sanayisi için gerekli çeşitlerde ülkemiz çeşit koleksiyon parsellerinde bulunmaktadır.
Klemantin dışı mandarin çeşitleri üretiminde ülkemizde de bir zenginlik görünmektedir. Satsuma grubundan en yaygın olanı bölgemizde Rize olarak bilinen Satsuma ovari çeşididir. Bunun yanında erkenci çeşitlerden Okitsu, Clausellina'ya göre daha yaygın olarak yetiştirilmeğe başlanmıştır. Bunun yanında dış kabuk rengi daha koyu olan Satsuma ovari'ye göre 5-10 gün daha erkenci olan Debashi beni Satsuma çeşidi Ege bölgesinde denenmeğe başlanmıştır. Bu gruptan da ülkemize getirilmesi gereken başka çeşitlerde bulunmaktadır.
Aralık-Ocak aylarında hasadı yapılan Robinson ve Nova mandarin çeşitlerinde ağırlık ikincidedir. Ancak gerek meyve çatlaması ve gerekse yer seçiciliği bakımından Nova üreticiyi kısmen ürkütmüş çeşitlerden biridir. Fremont dünyada yaygın olarak bölgemizde yetiştirilmektedir. Gerek zaman zaman Arap ülkelerine ihracat imkanı gerekse iç pazarın tüketmesi nedeniyle hala küçük üreticiler tarafından sorulan bir çeşittir.
Şubat ayından itibaren mandarin bakımından pazarda bir boşluk doğmaktadır. Üreticiye verilen Fortune çeşidi maalesef beklenen performansı sağlayamamıştır. İspanya'da üretimi yapılan bu çeşitte bölge başarı sağlayamamıştır.
Üniversitede bulunan Ellendale ve Ortanique ümit var görülmektedir. Bunlardan birinci Şubat, ikincisi Mayıs ayında hasat edilmektedir. Bunun yanında bir Ortanique seleksiyonu olan ve Kıbrıs'ta yetişen Mandora çeşidinin bölgemizde denenmesinde yarar vardır. Bunun çekirdeksiz olanı bulunmuş, Üniversiteye getirilerek arıtılmıştır.
Son iki yıldır bölgede yeni limon çeşitlerine olan ilgide artmaya başlamıştır. Bildiğiniz gibi bölgemizde yaygın olarak Enterdonat, Kütdiken ve Meyer çeşitleri yetiştirilmektedir. Soğuğa diğerlerine göre daha dayanıklı olan Meyer çeşidi büyük oranlarda ihraç edilmemesine karşın iç talebin yüksek olduğu bir çeşit konumundadır. Son yıllarda Euraka limon çeşidi adından en fazla söz ettiren bir çeşittir. Ancak Euraka limon çeşidine karar vermede yeni Lizbon grubu çeşitlerinden Limoneria çeşitleri hakkında bilgi edinilmekte yarar vardır.


Etiketler: , , , ,

15 Kasım 2018 Perşembe

YIL 2018 NARENCİYEDE SORUNLAR DEĞİŞMEMİŞ




Kasım 2018 tarihinde Bloomberg Tv Tarım Editörü Sayın İrfan Donat’ın narenciye tarımı üzerine Mersin Ticaret Borsası Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Abdullah ÖZDEMİR ile yaptığı değerlendirme ve saptadıkları sorunlar, bu konularda eskide kalmış bazı uğraşları hatırlatmam için vesile oldu.

YIL 2018 NARENCİYEDE SORUNLAR DEĞİŞMEMİŞ

Bloomberg Tarım Editörü Sayın İrfan Donat’ın 12 Kasım 2013 tarihinde narenciye tarımı üzerinde yaptığı içerikli programa ait kaleme aldığı yazıyı ilgi ile okudum. Bu makalede kaleme alınan narenciye tarımının 10 önemli sorununun büyük kısmı ihracat ve desteklerle ilgi olup, yetiştiriciliğine ait ise yıl içinde üretimin orta ve geçci çeşitlerle desteklenmesi gereği vurgulanmaktadır.   Program konuğu Mersin Ticaret Borsası Başkanı Sayın Abdullah ÖZDEMİR, haklı olarak diğer sorunlara girmeden kendi görev ve sorumluluğunu yakından ilgilendiren konuları ele almış ve isabetli teşhislerle bunları ülkemiz narenciye üretiminin sorunları olarak dile getirtmiştir. Şüphesiz narenciye tarımını fidan yetiştiriciliğinden pazarlamaya kadar tüm olarak ele alındığında, sorunlarımız çok fazladır.
MEYSEB Projesi ile 1970li yıllarda ilgili Bakanlık tarafından uygun kredilerle teşvik ettiği narenciye yetiştiriciliği, 1980’li yıllara doğru bazı virüs hastalıkları nedeniyle sekteye uğramış, kurulan bahçelerin çoğu sökülmeğe başlanmıştır. Bunu zamanında gören Çukurova Üniversitesi ilgili Bakanlık ile işbirliği içinde narenciye yetiştiriciliğinin tüm sorunlarını kapsayacak şekilde 38 yıldır devam eden bir proje başlatmıştır. Bu proje 1980’li yıllarda 3 milyon Amerikan doları bütçe ile desteklenmiştir. Bu proje kapsamında diğer çok önemli konular yanında,  Sayın Ticaret Borsası Başkanının orta ve geçci çeşitlerle ilgili belirttiği konular ele alınmış ve defalarca gerek konferanslarda ve gerekse ilgililere ücretsiz olarak dağıtılan ve 10 yıl boyunca yılda 3 sayısı çıkan “TURUNÇGİL BÜLTENİNDE ( https://turuncgilbulteni.blogspot.com/)”  ele alınmış ve bu sorunları çözecek çeşitler tanıtılmış ve bunların fidanları isteyen üreticilere dağıtılmıştır.
1980-2013 Yılları arasında bu projeyi yürüten kişi olarak en büyük sıkıntım, üreticileri temsil eden kuruluşların konuyu yalnızca ekonomik açıdan ele almaları idi. Bir istisna ile Adana Çiftçi Birliği Başkanları daima Üniversitenin yanında olmuş, destek ve ilgilerini hiç eksik etmemişlerdir. Buna rağmen bu yıllarda narenciye üretimine yön veren kişi ve kuruluşlarla yaratılan yakın ilişki, Doğu Akdeniz bölgesinde narenciye yetiştiriciliğinin hızla yayılmasına neden olmuştur. 1998 Yılında TÜBİTAK’ın tarım alanında Çukurova Üniversitesi içinde kurduğu Araştırma Enstitüsü, çalışmaların akademik alanına güç katmıştır. Maalesef 2002 yılında Üniversite Rektörlüğünün konuya olan ilgisizliği ve çalışan akademisyenleri görevden alması, Üniversitenin konudaki liderliğine son vermiştir.
Üniversite aktif olduğu yıllarda, onlarca yeni çeşidi getirmiş, bunları üretici ve Birliklerine tanıtmış ve isteyenlere bu çeşit fidanlarını üreterek, virüs hastalıklarından ari ve adına doğru olarak vermiştir. Bu çeşitler Kaliforniya Üniversitesinin damızlıklarından ve bu alanda rakibimiz olan İspanya’dan getirilmişlerdir.
Ama ne yazık ki, bugün bu konu hala ülkemiz sorunu olarak dile getirilmektedir. Bunda ilk dönemde başarılı olan ve liderlik eden Üniversite sonraları etkinliğini yitirmiştir. Üretici ve kurdukları Birlikler Üniversite ile diyaloğunu kaybedince başarısız olup, tabela kuruluşları olarak kalmışlardır. Ayrıca bunlara erkenci çeşit yetiştirmede, bahçe bakımının ve ürün koruma riskinin az olmasını da ilave etmek gerekir. Ekim, Kasım gibi erkenci aylarda yetişen bir çeşidin pazarlanması erken olmakta ve üretici beklediği getiriyi erkenden alabilmektedir. Diğer taraftan bahçede geçci çeşitlerin bakımı, don gibi iklimsel tehlikeler, alışık olmadığı bir zamanda ürünü kime ve nasıl pazarlayacağını bilmemesi, bu konuda yol gösterenin olmaması, üretici önünde önemli sorunlar olarak hala durmaktadır. Bu sorunlar ancak üretici birliklerinin teşvik ve yol göstermesi, orta ve geçci çeşitlerin hükümetlerce, işin başında teşvik edilmesi gerekmektedir. Ancak yıllar önce benimde teşvik ettiğim Narenciye Yetiştiriciliği Birlikleri maalesef bu konularda başarılı olamamış tabela kuruluşları olarak kalmışlardır.


Etiketler:

GURUR, KEŞKE VE PİŞMANLIK KAVRAMLARI İÇİNDEKİ AKADEMİK HAYATIM



39 Yıl süren akademik yaşantımın 33 yılı Çukurova Üniversitesinde geçti. Bu uzun süre içinde herkes gibi benimde keyif aldığım, pişmanlık duyduğum veya keşke dediğim zaman dilimlerim oldu. İşte bu 3 kavram içinde Çukurova Üniversitesinde geçen yıllarımı, yani bu açıdan CV mi oluşturmak istedim. 15 Yılı aşkın emeklilikten sonra bu duygularımı daha sağlıklı ifade edeceğime inanıyorum. Çukurova Üniversitesinde çalıştığım 33 yılın, 32 yılı benim açımdan bir rüya gibiydi. Gerçekten bugün Üniversiteme baktığımda, o geçmiş güzel ve verimli yılların ancak rüya olabileceğine inanıyorum. Bizim bugünkü çalışanlardan farkımız, bir hayal ile çalışma hayatımıza başlamamızdı. Çünkü bir üniversiteye akademisyen olarak atanmamıza karşın, ancak bu Üniversite ne fiziksel ve ne de bilimsel açıdan mevcut değildi. İşte 1970’li yılların ilk yarısında atanan gerek akademisyenler ve gerekse yardımcı personel öncelikle yuvaları olacak Üniversiteyi oluşturmak için büyük bir istekle çalışmaya başladılar. Bizim nesil hiçbir zaman mesai saatinin ne olduğunu bilmedi. Şehirde bir apartman dairesinde başlayan bu çalışma, daha sonra Adana Ziraat Okulu yerleşkesi ve 1975 yılından sonrada bugün hepimizin gurur kaynağı olan Çukurova Üniversitesi Kampusunda devam etti. Üniversitemizin kurucusu olan Ziraat Fakültesi, başlangıçtan kısa bir süre sonra akademik çalışmaları ile gerek yurt içi ve gerekse yurt dışında kendini ispatlama ve konularında ülkemizde liderlik etmeğe başlamıştır. Bölümlerde gece geç saatlere kadar seminer ve laboratuar çalışmaları devam ederdi. Bazı geceler herhangi bir laboratuarın kapısı Rektörümüz Sayın Prof. Dr. Mithat ÖZSAN tarafından açılır ve o mutluluk ile akademik hayaller kurulur ve manen büyük bir destek alırdık. Bunları, başlıkta keşke ve pişmanlık kavramlarına yer verince, sizlerde oluşabilecek ön yargıyı engellemek için yazıyorum. Akademik yaşamım boyunca gurur duyduğum süreler daima baskın olmuştur. Ancak çok genç ve tecrübesiz olarak başlayan akademisyenlik hayatımızda, bölüm içinde bizlere önderlik edecek büyüklerimizin olmaması, bizler için ileriye dönük aldığımız kararlarda hata yapmamızı ister istemez beraberinde getirmiştir. İşte bu hatalar yaşamımızın özellikle son yıllarında,  üst yönetimde hiç öngöremediğimiz bazı değişiklerin ortaya çıkması ile keşke dememize veya pişmanlık duymamıza neden olmuştur. Aktif çalışma süresince yabancı olduğumuz bu duygular, ancak emeklilik yıllarında kapımızı çalmış veya bilinçaltından çıkarak bu açılardan da hayatımızı değerlendirme gereğini ortaya çıkarmıştır.
Yukarıda da açıklamaya çalıştığım gibi çalışma hayatı sona erince, ister istemez uzun çalışma yılları içinde hayatımıza yön verecek olan ve daha önce verdiğimiz bazı kararlar, çalışma yaşamı bittikten, sevinç ve acılar yaşandıktan sonra birazda farklı değerlendirilmeğe başlanmaktadır. İşte bu değerlendirme içinde gurur duyduklarım, keşkelerim ve pişmanlıklarım.
Bana Gurur Veren Olaylar:
Ülkemizin bitki patolojisi alanında ilk patofizyolog olmam, bana tüm çalışma sürem içinde büyük güç ve özgüven vermiştir. Bunu tamamen tesadüfler eseri hayatıma giren doktora hocam rahmetli Prof. Dr. Walter Fuchs’ a borçluyum. Biyokimya ağırlıklı tez çalışmam, tüm akademik hayatım boyunca bana canlıya hücre ve metabolizma bazında bakma yetisini kazandırdı. Bu da beni çalışmalarımda farklı bir konuma oturttu. Çalışmalarımdaki başarıların çoğunu sahip olduğum bu temel nosyona borçluyum.
Çukurova Üniversitesinin kuruluşunda görev almam, sıfırdan başlayan bu kuruluşun içinde olmak her yıl Üniversitenin gelişimini izlemek ve onun bir parçası olmak, bir akademisyene verilebilecek en büyük şanstır. Ben bu ayrıcalığı yaşayan bahtiyarlar insanlardan biriyim.

  • Ülkemizin bitki patolojisinde ilk patofizyolog olmam bana lütfedilmiş bir şanstı. Rakipsiz bir alanda engel tanımadan tüm düşündüklerim ve hayallerimden çoğunu gerçekleştirme olanağı buldum ve yüksek lisansta da genelde bu konular üzerinde programlar yürüttüm.
  • Hiç düşünmediğim halde ülkemizde önemli bir Üniversitenin kuruluşunun tüm aşamalarında katkı vererek rol aldım.
  • Araştırmalarımda bitki patojen fungusların biyokimyasal tanısı, fitotoksinler, toprak solarizasyonu, ülkemizde kimyasal savaşımı olmayan turunçgil virüs ve virüs benzeri hastalıkların sörveyi, yaygınlığı, bunların biyolojik, kültürel ve serolojik yöntemlerle tanısını yapabilmek için çok sayıda ulusal ve uluslararası proje çalışması yürüttüm.
  • Ankara ve Adana Ziraat Fakülteleri, Bahçe Bitkileri Bölümleri ve İlgili Bakanlık elemanları tarafından ülkemizde anaç materyal olarak belirlenen, fakat tümünün benim çalışma grubum tarafından ülkemizde belirlenen 16 virüs ve benzerini patojenin en az biri ile bulaşık olan turunçgil ana materyalleri, doku kültürü (in vitro shoot tip grafting) ve termoterapi teknikleri ile arıtılması yapılmıştır. Elde edilen adına doğru sağlıklı aşı gözleri ile üretim amaçlı turunçgil aşı gözü üretim çalışmaları yapılmıştır. Bu ülkemizde kimyasal mücadelesi olmayan virüs hastalıklarına karşı yürütülen ilk örnek çalışmadır.
  • Ülkemiz turunçgil endüstrisinin bu önemli sorununu çözmek için ilgili Bakanlık ile yapılan ortak proje çalışmaları kapsamında, Dünya Bankası destekli Üniversitemize ülkemizin ilk bilgisayar kontrollü araştırma seraları ve elekevler kurulmuştur. İlerleyen yıllarda bu aşı gözlerinden ülkemiz turunçgil üreticilerin yararlanabileceği sağlıklı fidan üretimi için böcek kontrollü 12 dekar üretim serası daha Üniversitemiz yerleşkesi içine inşa edilmiştir. Buralarda üretilen ismine doğru turunçgil fidanları tüm ülkemiz turunçgil üreticilerinin kullanımına açılmış, hatta benim aktif olduğum dönemde ihracatı dahi yapılmıştır.
  • Ülkemiz bitki patolojisinde ilk viroid çalışmaları başlatılmış ve bunların elektroforez tekniği ile ilk tanıları yapılmıştır.
  • Bitki patolojisi dışında ülkemiz turunçgil üretiminde yanlış uygulanan veya dünyada mevcut fakat bizde olmayan üretim tekniklerini üreticiye tanıtmak için sayısız konferanslar yanında 10 yıl süreyle yılda 3 defa TURUNÇGİL BÜLTENİ adı altında bir dergi yayımlanmıştır.  Bu dergi turunçgil tarımının yapıldığı bölgelerde bu konuda aktif olarak çalışan teknik elemanlar ile dileyen turunçgil üreticilerine ücretsiz olarak gönderilmiştir.
  • Çukurova gibi ağır toprak karakterine sahip alanlarda o yıllar popüler olan alttan yağmurlama tekniği yerine damla sulama tekniği önerilmiş ve yeni kurulan alttan yağmurlamalardan vazgeçirilerek damla sulama tekniğinin daha yararlı olacağı üretici ve teknik adamlara benimsetilmiştir.
  • Bizim bu konuları çalışmaya ve geliştirmeğe başladığımız 80’li yıllarda, ülkemizde turunçgil üretimi çok az turunçgil çeşidi ile sürdürülmekte ve bu da bizleri dış pazarlarda rekabet yönünden kötü etkilemekteydi. Bu konulardaki araştırmalarımızda, ülkemize ilgili Bakanlık tarafından daha 1960’lı yıllarda birçok turunçgil çeşidinin getirildiği ve bunlarla Alata ve Antalya Narenciye Araştırma Enstitülerinde parseller kurulduğunu saptadık. Bunlardan dış pazarlarda hala popüler olanları hastalıklar yönünden test edilerek araştırdık ve saptanan hastalıklardan arıtıldıktan sonra üreticilere tanıtarak, bu yeni çeşitlerle bahçe tesisini teşvik ettik. Ayrıca şu an Bitki Koruma Bölümünde profesör olarak çalışan Sayın Nüket ÖNELGE çalışma grubumdaki ana konusu viroidler olmasına karşın, bu projenin tüm safhalarında aktif olarak çalışan uzmanlardan biridir. Kendisi viroidler ile ilgili çalışmalarını yapmak için gittiği California Üniversitesinin  Riverside Yerleşkesinde Amerika’nın  turunçgil gen kaynaklarının bulunduğu CCPP programından pek çok turunçgil çeşidini getirmiş ve bunlarda üreticilere tanıtılarak yeni bahçe tesisleri ortaya çıkmıştır.
  • Çukurova Üniversitesi SUBTROPİK MEYVELER ARAŞTIRMA VE UYGULAMA Merkezi’nin kurulması yukarıda değindiğim çalışmaları kapsayan, yurt içi ve dışında tanınan bir kuruluş haline gelmiştir. O yıllarda Üniversitemizi ziyaret eden yerli ve yabancı misafirlerimizin ziyaret ettiği yerlerin başında yer almıştır.
  • Benim yıllarımı harcadığım ve hayalim olan ülkemiz tarım alanında ilk TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜNÜ kurabilmekti. 1980’li yılların ikinci yarısında filizlenmeğe başlayan bu hayal nihayet 1998 yılında gerçekleşti. TÜBİTAK-ÇUKUROVA İLERİ TARIM TEKNOLOJİLERİ ARAŞTIRMA VE GELİŞTİRME ENSTİTÜSÜ (ÇİTTAGE) adı altında kurulan bu Enstitünün kurucu ve ilk müdürü olma onuruna ulaştım. Başlangıçta Üniversitemiz bünyesinde kuruculuğu ve müdürlüğünü yaptığım SUBTROPİK MEYVELER ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ içinde misafir olan bu enstitüyü Üniversite dışına çıkarmak girişimlerimiz benim görevden alınmamla ne yazık ki gerçekleşemedi. Ehil ellere emanet edilmeyen Merkez gerek ülkemiz ve gerekse uluslararası alanda artık işlev göremez hale gelince, sahipsiz kalan TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ de TÜBİTAK tarafından kapatılmıştır.
  • Üniversite hayatım boyunca özellikle lisansüstü çalışmalarda beraber çalışma şansına ulaştığım genç meslektaşlarım daima benim gurur kaynağım olmuşlardır. Çalışma saati ve izin kullanma ihtiyacı duymayan gece geç vakitlere kadar gerek teorik ve gerekse laboratuar çalışmalarını şevkle yürüten bu arkadaşlarım olmasaydı, bu Blog’da yazdığım çalışma ve başarıların çoğu gerçekleşmemiş olurdu. Belki de bu gençlerin beni motive etmeleri sonucu, ben bilimsel çalışmalarımda ütopik olarak nitelendirecek ölçüde hayallere yelken açabildim. Hala bu genç arkadaşlarım ile böyle başarılı bir çalışma hayatını paylaşma sevinci ve onurunu taşımaktayım.
  • Lisansüstü çalışmalarım esnasında tamamı ülkemiz için orijinal 20 Yüksek lisans ve 20 Doktora çalışması yönettim. Bunların dışında söz konusu gençlerle çok sayıda ulusal ve uluslararası araştırma projesini yürüttük. Bu çalışmalar esnasında A.B.D. başta olmak üzere İngiltere, Almanya, İspanya, İsrail ve İtalya ile işbirliğimiz oldu ve yeni tekniklerin çoğu adı geçen ülkelerin araştırma enstitüleri veya Üniversitelerinden yüksek lisans ve doktora öğrencilerim tarafından transfer edilmiştir.
  • Daha Üniversite çalışma hayatımın ilk yılları olan 1970’li yılların ilk yarısında ülkemiz biber tarımını ülke bazında tehdit eden ve gerek Bakanlık ve gerekse Üniversite ilgili birimlerin araştırmalarına rağmen etmeni saptanamayan bir fungal hastalığın etmeni, benim ülkemizde ilk defa uyguladığım Poliakrilamid jel elektroforez tekniği ile teşhis edilmiştir. Bu toprak kökenli hastalık ile mücadelede kullanılabilecek ilaçlar araştırılırken, ben Höchst Firmasının bir ilacının (Brestan) hastalığı önlediğini bulmuştum. Firma ilacın bu özelliğini ilk defa bizim bu çalışmamız ile öğrenmiş oldu ve beni maddi olarak ödüllendirmek istedi. Benim ricam henüz yeni kurulan bölümüme bir araç göndermeleri şeklinde oldu. Bu isteğimize olumlu yanıt veren Firma bize bir Vokswagen minibüs hibe etti ve bu araç o yıllarda akademik çalışmalarına yeni başlamış olan Sayın Prof. Dr. Nezihi UYGUR hocamız tarafında Almanya’ da teslim alınarak Üniversitemize getirilmiştir.
  • Şu ana kadar çok yakın birkaç dostumun bildiği ve benim için ayrı bir övünç kaynağı olan bir olay ise Bayer Tarımın Leverkuzen(Almanya)’da bana yaptığı bir tekliftir. Bu teklif için ben eşim Almanya’ya davet edildik ve orada ülkemiz Bayer Tarım’ın Genel Müdürlüğü teklifini aldım. Firmanın Almanya’daki araştırmaları esnasında oradaki doktora yöneticim Sayın Prof. Dr. W. FUCHS’ un beni önermesi bu teklifin yapılmasına neden olmuştur. Zannederim 1970’li yılların başında olan bu olay için düşünme süresi aldık, ancak belirli bir zaman sonra yeni kurulan ve içinde mutlu olduğumuz Üniversitemizde kalmayı yeğledik ve teklifi kabul etmedik. Bu olay bugün Üniversitemizdeki çalışma hayatım sona erdiğinde, benim için bir gurur kaynağı olduğu kadar kabul etmemekle yaptığım hata en büyük pişmanlıklarım arasına girmiştir. Nitekim daha o zamanlar Üniversitemiz kurucularından ve bizim Bölüm hocalarından Sayın Prof. Dr. Akif KANSU bizleri bu teklifi kabul etmemiz yönünde uyarmıştı.
  • Ülkemizde doku kültürü ve termoterapi teknikleri kullanılarak uzun ömürlü turunçgil anaç bitkilerinin bulaşık olduğu, ancak kimyasal savaşımı olmayan virüs ve benzeri hastalıklardan arıtma işlemleri ilk defa benim kurduğum laboratuvarımda gerçekleşmiştir. Tüm dünyada turunçgil endüstrisini tehdit eden bu hastalıklardan ülkemizde olanlar tespit edilmiş ve laboratuar koşullarında üretim materyali olacak anaç bitkiler bu patojenlerden arıtılmıştır.
  • Yine dünyada ilk defa laboratuarda elde edilen temiz aşı gözleri ile böcek korunmalı seralarda sağlıklı fidan üretiminde kullanılacak aşı gözleri kitleler halinde üretilmiştir.
  • Bu çalışmaların yapıldığı yıllarda topraksız kültürde bitki yetiştiriciliği birçok araştırma kurumunda henüz laboratuar çalışmaları aşamasında iken, bizler bu tekniği gerek aşı gözlerinin üretiminde ve gerekse sağlıklı fidanların çoğaltılmasında kullanmaya başladık. 1990 yılından itibaren seralardaki üretimlerde yalnızca bu yöntem kullanılmıştır. Bu makalenin kaleme alındığı 2016 yılında bu yöntem artık ülkemizde pratikte yaygın olarak kullanılmaktadır.
  • Bu çalışmaların yoğun olarak yapıldığı yıllarda FAO uzmanları tarafından çalışmalarımız ziyaret edildiğinde, ayni çalışmaların Akdeniz havzasında turunçgil tarımı yapılan ve virüs hastalık tehlikesi altında olan ülkelerde benim koordinasyonumun da yapılmak üzere bir uluslararası proje planlanmış, ancak ilgili Bakanlık bu çalışmayı kendi araştırma kurumlarında yapmak istemiş olma gerekçesi ile karşı çıkmış ve bizim Çukurova Üniversitesinde sağlıklı fidan üretimine başlamamızdan 3 yıl sonra ayni tesisler Antalya’ da kurularak, FAO’nun Amerikalı uzmanları tarafından uygulanmaya başlamıştır.
  • Cumhuriyet tarihinde bitki patolojisi alanında dünya içinde yeni olan bir turunçgil virüs hastalığı benim çalışma grubum tarafında saptanmış ve uluslararası toplantılarda (IOCV Toplantıları) tebliğ edilerek, tüm dünyanın kabul ettiği bir hastalık olarak tescil edilmiştir.
  • Biz genelde bitki patologları olmamıza karşın yetiştirme teknikleri üzerinde de ülkemizde eğitici olarak görev yaptık. Bu çalışmalarımız esnasında Dörtyol ilçemizde bir bahçede yeni bir Navel portakal çeşidi saptadık. Bu çeşidi bitki patologları olarak ilgili Bakanlık tarafından tescil ettirmemiz olası olmadığı düşüncesiyle, bu çeşidi California Üniversitesi CCPP programına gönderdik ve çeşit orada Çukurova early olarak isimlendirilerek dünya damızlıkları arasına alındı. Bu çeşidin bulunduğu bahçe sahibi konu üzerinde bilgilendirildikten sonra onlar çeşidin patent hakkını aldılar ve ne yazık ki bu çeşidin dünyada kullanılmasına da izin vermediler.
  • Çalışmalarımın ilk 10 yılında yine ülkemiz için yeni olan bir kalıntı analiz laboratuvarı Bitki Koruma Bölümü içinde kurulmuştur. 1970’li yıllarının sonuna doğru kurulan bu laboratuarda Üniversitemizin ilk gaz kromatografi aleti çalışmağa başlamıştır. O yıllarda bu laboratuara Uzman olarak atanan kimya mühendisi arkadaşımız, Çukurova ana drenaj kanallarında yıllar önce kullanımı yasaklanan DDT ilaç kalıntılarını araştırmış, kanallardaki drenaj suyunun hala DDT ile doymuş halde olduğunu saptamıştır. Ancak bu uzmanımız daha sonra Sabancı’nın Marsa firmasına transfer olmuş ve o yıllarda benim turunçgil projesine başlamam nedeniyle maalesef bu çalışmaların devamı gelmemiştir.
  • Turunçgillerde sağlıklı fidan üretimi için bir teklif Mısır’dan gelmiş, ancak ülkemizdeki yoğun çalışmalarımız bu teklife ilgi göstermemizi engellemiştir.
  • 1980’li yılların başında başlayan turunçgil çalışmalarının altyapısına 3 Milyon A.B.D. doları harcanmış, bunda üniversitemizin katkısı en fazla 50 bin dolar kadar olmuştur
  • 1970’li yılardan itibaren Ülkemizin en donanımlı Bitki patolojisi ve entomoloji laboratuarları Çukurova Üniversitesinde çalışmağa başlamış ve bu başarı bugünde devam etmektedir.

PİŞMANLIKLARIM ve KEŞKELERİM

Her ne kadar makale başlığına keşke ifadesini de koydumsa da, bu başlık altında hem keşke ve hem de pişmanlıklarımı ifade etmeğe çalışacağım. Üniversitemdeki 33 yıllık çalışma hayatım sonunda şunu öğrendim. Çalıştığım süre içinde Bilim Yapmak ne yazık ki, bırakın diğer araştırma kurumlarını, Üniversitelerimiz için dahi pek önemli değildi. Biz akademik çalışmalarımızı genellikle akademik aşamaları başarmak için yapmaktayız. Bilim yapan çok iyi yetişmiş akademisyenlerimizin değerli çalışmalarının ulaştığı son nokta tozlu arşivlerdir. Fazla ders saatleri ücretlendirilirken, bilimsel çalışmalar bu açıdan yıllarca göz ardı edilmiştir. Çünkü yükseköğretimi düzenleyen kurumların bu açıdan bir politikaları olmamıştır. Son yıllarda bu konuda bazı olumlu adımlar atıldığını sevinerek izlemekteyim.
  • En büyük pişmanlığım yukarıda değindiğim Almanya’da Bayer Firmasının teklifini kabul etmememdir.
  • 1972 yılında eşimle Avustralya’ya göç etmek için ilgili Büyük Elçiliğe yaptığımız başvurudan daha sonra vaz geçmemizdir.

   Bugün arkama baktığımda tüm yapılanların ve milyon dolarlar harcanarak kurulan altyapının yok edildiği ve en büyük gurur kaynağım TÜBİTAK Araştırma Enstitüsünün isminin dahi unutulduğu görüyorum. Bu makale, ülkemizde bilim yapmak isteyen ve bu hayallerle 33 yılını harcayan bir akademisyenin hayat hikayesidir. Geriye kalan benimle bu hayalleri ve başarıları yaşayan genç akademisyenlerin hala bu hayaller peşinde koşuyor olmaları tek tesellimdir.












Etiketler: , , ,

9 Kasım 2018 Cuma

YUMURTALIK DİNLENME TESİSLERİNİN HİKAYESİ




  1970 Yılını Adana Ziraat Fakültesinin başlangıcı olarak tanımlayabiliriz. 1971 Yılında kadrolar artınca ve yazların uzun ve sıcak olması ve ilaveten benim gibi deniz hastası arkadaşlar, yaz akşamları deniz kenarında gidebileceğimiz bir yer edinmenin hayali ile yaşamaya başladık. Bu hayale Sayın ÖZSAN’da katılınca kendimizi oldukça şanslı ve güçlü görmeğe başladık. Tüm arkadaşlar Mersin – İskenderun arasında deniz kenarında Üniversite kampı olabilecek bir yer arayışına başladı. 1971 Yılında geçici olarak Karataş’ta bir yer bulduk. Söz konusu yıl içinde, hükümet devlet kuruluşlarının kamp açmasını yasaklayınca DSİ kuruluşu Karataş ilçesindeki dinlenme tesislerinin Üniversite tarafından kullanılmasına izin verdi. Bu hepimiz için unutamadığımız bir yaz oldu. Hepimiz çok mutluyduk. Böylece Üniversite olarak kendimize ait bir yere sahip olma özlemi daha da arttı.
   Bir gün turunçgiller ile ilgili arazi çalışmalarım esnasında, Yumurtalık NATO akaryakıt pompa istasyonu yakınında bulunan Çelemli köyünde turunçgil bahçesi ararken, birden denizi gördüm ve derhal oraya gittim.  İncirlik Hava Alanı akaryakıt pompa istasyonun ve Küçük Yumurtalık köyü yanında inanılmayacak derece güzel bir sahil duruyordu. Bunu arkadaşlara ve özellikle Sayın ÖZSAN’a anlattıktan sonra burayı almak için yeşil ışık yakıldı. Ben ve bazı arkadaşlar Yumurtalık Kaymakamını ziyarete giderek bu arzumuzu dile getirdik. Kaymakam bizim yaşlarımızda genç bir bürokrattı ve bize inanılmaz tüyolar vererek bizleri cesaretlendirdi. O yıllarda bazı Bakanlıklarında bu kıyılarda yer aradığını ve bu nedenle bu hususta acele davranmamız gerektiğini ifade etti. Fakültemiz yöneticileri de karşı gelmeyince, 1972 yılında biz işgalciler olarak, orada dinlenme tesisi olanağına kavuştuk. Yanlış anımsamıyorsam, Fakültemiz bu alanı Araştırma İstasyonu olarak 2 veya 3 yıl sonra istimlak etti.
 Fakat ilk yılda burada tesis kurmak için Fakültenin hiçbir olanağı yoktu. Daha Ziraat Fakültesinin kendine ait araçları dahi yoktu. Fakülteye İl Ziraat Müdürlüğü ve Topraksu teşkilatı birer araç tahsis etmişti. Bu araçları kullanacak şoförümüz dahi yoktu. Araçlar bizler tarafından kullanılıyordu. Hatta gerek Karataş ve gerekse Yumurtalık dinlenme tesislerinde kullandığımız 219 nolu araç hala belleklerimizdeki canlılığını korumaktadır. Tamam, yeri bulmuştuk, ancak sahil alanı üzerinde başlangıçta yararlanabileceğimiz tek bir yapı dahi yoktu. Bundan sonrası tam bir macera oldu. Rahmetli hocamız Sayın Gökçe’den, İncirlik Hava üssüne giderek bazı malzemeler bulmasını istedik. Gerçekten hoca 2 TIR dolusu hurda ile geldi. İçinde masa, sandalye, topçu nişan bezleri bulunuyordu. Ben topçu nişan bezlerinden çadır dikmek için planlar hazırlayarak Adana’da bir brandacı bularak, ona çadır diktirmeye başladık. O brandacı daha sonra bölgenin en meşhur çadırcısı oldu. Çadır yerleri olarak kumun üzerine beton yerlerini döktük. İşçi olmadığı için ben özellikle rahmetli arkadaşımız Sayın Ural DİNÇ ile o alanda çok beton taşıdık. Bir gazino binası inşa ettik ve böylece hala kullanılan en güzel plajı olan bir kamp yerine kavuşmuş olduk.
Kullandığımız nişangâh bezlerinden yapılan çadırlar yağmura karşı bizleri korumakta ne yazık ki pek başarılı değildi. Yağmur içeriye bir şekilde girer ve yataklar ıslanır ve buna rağmen bizler o yatakları kullanırdık. Çadırlara girmeden yılana ve köpeğimiz Çakır’a karşı kontrol edilirdi. Ama gerek biz asistanlar gerekse Ankara’dan gelen hocalarımız çok mutluyduk. Tüm yazlarımız uzun yıllar Yumurtalık’ta geçti.
    Benim bir hobim de yelken yapmak idi. Sayın ÖZSAN biraz para bularak bir tekne yaptırabileceğimizi söylediğinde çok heyecanlanmıştık. Yanılmıyorsam Karataş’ta bir usta bularak 4,5 m boyunda çok ağır bir tekne yaptırdık. Ben ona bambu kamışları ve İncirlik’ten gelen nişangâh bezleri ile bir yelken donatmıştım. Bu tekne ve bazı arkadaşlarımızı gösteren bir anı fotoğrafını aşağıya ekledim.
  Bu tekne ile sabah 5 de denize açılır ve öğleden sonra 15 de kampa dönerdik. Teknede başlangıçta motor yoktu. Akşamları kepçe adını koyduğumuz teknikle balık avlardık. O yıllarda balık inanılmayacak kadar çoktu. Bunun yanında bir saat içinde bir teneke yengeç toplardık. Çok güzel yıllardı. Bu kamp yanılmıyorsam 1975 yılına kadar ben ve eşim Özden tarafından yönetildi. Bu yıllarda kampın geliriyle 3 veya 5 bina yaptırabildik. Daha sonra Dekan olan Sayın Prof. Dr. Hüseyin ÖZBEK tarafından Fakülte bütçesini kullanarak çadır yaşamını sonlandırdı ve yeni yapılan binalarda yaşam devam etti.
    Bizim kuşak Yumurtalık’a aşık idik. Hangi yıl hatırlayamıyorum, ama 1970’lerde, bir yılın 52 hafta sonunu eşim ile orada balık tutarak zaman geçirmiştik. Ben ve eşim daha çok sahilde eski çadır yerlerinden birinin üzerinde yerleştirdiğimiz karavanda yaşadık. Bu ne yazık ki bazılarımız tarafından pek hoş karşılanmadı ve Yumurtalık’tan uzaklaşmamız için tatsız olaylar yaşanmağa başlandı. Atanan her yönetici direkt olarak değil ama endirekt ne zaman Yumurtalık’ı terk edeceğimizi izlemeğe başladı. İki defa karavanımız talan edildikten sonra artık sona geldiğimizi anlayarak Yumurtalık’ı 1990 yılında terk ettik. Böylece hayatımızda çok önemli yeri olan Yumurtalık faslı kapanmış oldu. Ama hayatımda yaşadığım en güzel yıllardı. Hala o günleri özlemle hatırlamaktayız. 





Ben deniz olmadan mutlu olmayan insanlardan biriyim. Nitekim Yumurtalık tesislerini terk ettikten sonra Anamur yolu üzerinde Sipahili köyü, Karatepe mevkinde direkt deniz kenarında kayalar üzerinde aşağıda fotoğrafı olan Küçükevi yaptım. Burada da eşimle çok mutlu bir hayatımız oldu.








Etiketler: , ,

ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİNİN ÇÖMEZLERİ



Bu sözcüğü zannederim 1979 yılında profesör unvanını aldıktan kısa bir süre sonra kullanmaya başladım. Ancak 2003 yılında emekliliğimden sonra mümkün olduğunca Üniversitemden uzak durmaya ve onun içindeki gelişmeleri duymamayı tercih ettim. Nedenini sorarsanız bunu bugün dahi açıklamaktan zannederim kendi açımdan korkuyorum. Bir şeyi belki başından belirtmemde yarar var. Benim hayatımın en güzel günleri Çukurova Üniversitesinin içinde geçti. Ancak yaş sınırını beklemeden istifa etmemin nedenleri dahi bu kurumda yaşadığım güzelliğe gölge düşmesini başaramadı. Bakın 34 yıla yakın bu kurumda çalışmam esnasında dahi bir konunun farkındaydım. Beni konferanslarımda dinleyen ve öğrencilerim bunu sıklıkla duymuşlardır. Ben ülkemizde akademisyen olma isteğini sürekli olarak “Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya” benzetmişimdir. Bu bilinç ve inanışta olmam dahi Üniversitemin bana akademik yaşamım esnasında verdiği iç huzurunu ve güzelliği engelleyemedi. Birde farkına vardığım diğer bir konu ise araştırma bazında ülkemizde yapılamayacak şeyin olamayacağına olan inancımdır. Lisans eğitimlerimiz kalite yönünden pek övünülecek düzeyde olmamasına karşın, çalıştığım gençlerin master ve doktora esnasında gösterdikleri azim ve kendilerine olan güvenleri her şeyin üzerindeydi. Bu kısa girişten sonra esas başlığa koyduğum “ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİNİN ÇÖMEZLERİ “ konusuna dönmek isterim. Üniversitemden kendi isteğimle ayrıldığım ve uzak durmaya gayret etmeme karşın,  15 yıl sonra neden tekrar geriye dönme ve eski defterleri açma ihtiyacı duydum? Şubat 2013 ayı içinde HÜRRİYET Gazetesi ÇUKUROVA ekinde Üniversitemiz ile ilgili bir haber çıktı. Konu Çukurova Üniversitesinin kuruluşunun 40. Yılı nedeniyle yapılan bir etkinlik ve kurucuların birer plaket ile onurlandırılması idi.  Lütfen dikkat edin, bizler Üniversitenin temelini oluşturan Ankara Üniversitesi Adana Ziraat Fakültesine ilk elemanları olarak 30 Mayıs 1970 yılında atandık. İlk atananlar 10 kişiydi ve bu sayı ilk 2 yılda hızla arttı. Bu elemanları takiben daha birçok arkadaşımız kısa aralıklarla göreve başlamışlardır. Ayrıca vurgulanmasında yarar gördüğüm bir diğer konu ise atanan arkadaşlarımızın büyük bir kısmı yurt dışında doktora yapan kişilerden oluşmaktaydı.  Bunun sonucu aramızda fazla sayıda yabancı eşler bulunmaktaydı. Yapılan tören 2013, bizler 1970 yılında görev başı yapmış ve aradan 43 yıl geçmiş, fakat biz haberi gazetelerden öğreniyoruz. Nedenini tahmin edebilecek misiz? Lütfen devam etmeden düşünün ve yazının başlığını dikkatten uzak bulundurmayın. Çünkü o zaman ki Üniversite Personel yasasına göre bizler göreve Asistan ve Dr. Asistan olarak başlamıştık. Doçentlik unvanını kazanmadan öğretim üyesi sınıfından sayılmak olanaksız idi. Bu o kadar güçlü bir inanıştı ki, daha sonraları Ankara Üniversitesi, Ziraat Fakültesinden Adana kadrolarına öğretim üyesi olarak atanan doçentler ve profesörlerin gözünde, bizler daima o ilk yılların çömezi olarak kaldık. Belki tarihe not düşmek için belirtmekte yarar var, Çukurova Üniversitesi ile özdeşleşmiş eşsiz insan ve kurucu Rektörümüz Prof. Dr. Mithat ÖZSAN dahi Adana’ya Doçent olarak geldi ve kendisinin Profesörlük kutlamasını, Köprüköy’de bulunan Zirai Mücadele ve Araştırma Enstitüsünde kutlamıştık. Bunun nedeni ise Bitki Koruma Kürsüsüne Dr. Asistan olarak atanan ben, Özden Hanım ve Nedim Beyin bu kurumda çalışma odaları ve laboratuvarlara sahip olmamızdır. Çünkü o zaman yalnızca Köprüköy Ziraat Lisesinde bize Fakülte olarak tahsis edilen alanın 10 Kürsü için yetersiz olmasıydı. Şükürler olsun, o zamanın hoca sıfatlı kişileri dahil ve biz Çömezler emekli olduktan sonra bizim öğrencilerimiz “Çömezliği “ aşabildiler ve yönetim kadrolarında çalışmağa başladılar. Ancak henüz biz çömezler emekli olmadan önce yönetime gelen bazı gençler de, bu sefer, bizler bu DİNAZORLAR ile çalışmayız diyerek, bizlere kestirmeden emeklilik zamanının geldiğini hatırlatmışlardır. Nitekim ben bu arada bu nedenlerle yaş sınırını beklemeden emekli oldum. Yani kısaca Üniversitenin kuruluşunda Asistan veya Dr. Asistan olarak atanan biz çömezler ne  hocalarımıza ve ne de bizim öğrencilerimiz ve sonra yönetim kadrolarına atanan genç nesle de yaranamadık. 




Etiketler: ,