GERİYE BAKTIĞIMDA
Bugün 15 Eylül 2013,
nihayet Blog oluşturmak için bilgisayarın başına oturduğum tarih. Ancak ne
yazık ki, bir çok makaleyi hazırlamama karşın nedense “ÜLKEMİZDE AKADEMİSYEN
OLMAK” isimli Blog’umu ancak şimdi yayımlamayı başarabildim. Bu Blog’u
oluşturma fikri, emekli olduğum yıldan beri sürekli benimle beraber olan bir
düşünce idi. Hayatım boyunca, yaptığım tüm işler esnasında, değiştiremediğim ve
değiştirmekte istemediğim bir iş yapma düzenim ve alışkanlığım vardı. Severek
yaptığım bir iş veya proje esnasında dahi bir ikinci, hatta bazen bir üçüncü iş
yapma fikri hep benimle beraber olmuştur. Üzerinde çalıştığım iş
sonuçlandığında, yeni iş projesi çoktan işlerlik kazanmış olurdu. Bu yaşam
şeklim emeklilik hayatımda da değişmedi. Böylece ben emekli olduğumu dahi fark
etmedim. Fakat bir husus var ki, Emeklilik yaşamım esnasında da Üniversite
yaşamımın yokluğunu hep hissettim. Benim, içinde 33 yıl her anını zevkle ve
hissederek yaşadığım ve benim için sanki yaşam amacım şeklini almış olan
ÜNİVERSİTEM hayatıma anlam kazandıran öğelerin başında gelir. Bu zannederim
benim gibi 1970 ve onu takip eden yıllarda, henüz daha Adana Ziraat Okulu
yerleşkesinde olduğumuz zaman dilimi içinde Üniversitede işe başlayan yalnız
akademisyenler değil, Üniversite kuruluşuna hizmet eden tüm personelde mevcuttur.
Onlarla konuştuğunuzda, Üniversitede geçen olayları ve o günleri size sanki
ailesinde geçen bir olay sıcaklığı içinde nakledeceklerdir. Bugün onlar, benim
için sanki ailemin birer bireyi gibidirler.
Açtığım bu Blog’da
zannederim ağırlıklı olarak Üniversite, akademik yaşam, tarım, ülkemizin
akademik çalışmalara tepkileri, üreticiler, özellikle de Çukurova tarımsal
üreticileri, Tarım Bakanlığı, akademik kadro, tanrı tarafından bize verilen
hayat dilimi ve bunu yaşama becerilerimiz gibi oldukça değişik konularda
yaşadıklarımı, düşüncelerimi ve tüm bu olaylarla bugün yüzleştiğimde
hissettiğim sevinç ve isyanlarımı sizlerle paylaşacağım. Hobi açısından oldukça
zengin olan hayatıma en son giren mutfak hobisi oldu. Bu konuda da
ilgilenirseniz, yaptıklarımı ve anılarımı sizlerle http://keremkoy.blogspot.com.tr/
isimli ayrı bir Blog’da paylaşacağım. Özellikle tarımsal eğitim hakkında
hayatım süresince gerek kürsü gerekse toplantılarda söylediklerimi ve
düşüncelerimi sizlere paylaşmak isteyeceğim. Bu Blog’u açmadan önce
yaşananların bana ait olduğunu düşündüm. Ama yaşadıklarımı değerlendirirken,
benim gibi yaşamı olan kişilerin de düşünce ve değerlendirmelerini öğrenme
ihtiyacında oldum. Maalesef ülkemizde bu şekildeki paylaşımların çok kısıtlı
olduğunu gördüm. Bu şekildeki paylaşımlar daha çok yurt dışı Bloglar’da
bulunmaktadır. Bu nedenle ben yaşamımı bir şekilde benim yolumda giden
Üniversite çalışanları ile paylaşmanın doğru olduğuna karar verdim. Eğer siz
bunları birinci ağızdan anlatmazsanız, bu yaşanmışlar, sizi seven veya sevmeyen
kişiler tarafından daha değişik şekillerde anlatılmaktadır. Burada hemen
eklemeliyim ki, Üniversite ve Fakültemiz ile ilgili olay ve gelişmeler Sayın
PEKEL, Sayın ÖZSAN ve en son Sayın ÇEVİK tarafından yayımlanan kitaplarda
detaylı, ancak resmi bir dille anlatılmıştır. Ben ise bu Blogda daha çok
Üniversite ve Fakültemizde geçen günlük ve bilimsel hayatı sizlere daha çok
sohbet sıcaklığında anlatmağa çalışacağım.
Ben istemeden hatta tarımın
ne olduğunu dahi bilmeden, tamamen tesadüflerin yönlendirilmesi sonucu Tarım
eğitimi almış bir kişiyim. Ziraat fakültesine gitmemi bugün tesadüf değil, alın
yazısı ve Allah’ın bir lütfü olarak değerlendiriyorum. Çünkü tarım benim için
bir mesleğin ötesinde hobim oldu, işte benim hayatım ve işim, hobimi yapmak
onun peşinde koşmak, onu yaşadığım her anımda duyumsamakla geçti. Bugün dahi bu
duygularımda en ufak bir değişiklik yoktur. Ben bu yaşımda dahi bitkisel
üretimin giz ve güzellikleri arasında olmaktan büyük keyif almaktayım. Bugün
hayata yeni başlasaydım, yine bu mesleği seçer ve bilimin sunduğu yenilikler
ile bitkisel üretim olarak kısaca tanımladığımız o zengin dünyanın
okyanuslarına yelken açardım. Düşünün, bir yerde Moleküler Biyolojinin size sunduğu
canlıya söz geçirme becerileri, öbür tarafta Vertikal Farming olarak
isimlendirilen şehir sınırları içinde geleceğin yetiştirme tekniği olan dikine
tarım uygulamaları. Böyle bir hayal dünyasını sizlere hiçbir mesleğin
veremeyeceğinden eminim.
Ancak özel ve akademik
yaşamımın detaylarına girmeden önce özet olarak geçmişim hakkında bilgi verme
gereğini duydum. İnanıyorum ki, imparatorluktan sonra atalarımız tarafından
bize vatan olarak verilen Anadolu’da yaşayan ve çok farklı etnik kökenlere
sahip her bir yurttaşımızın çok zengin bir geçmişi vardır.
Ben 26 Mayıs 1939 yılında
Edremit’te bir muhacir mahallesinde dünyaya geldim. Ailem ve daha sonra 50
yıllık hayat arkadaşım eşimin aile geçmişi incelendiğinde kökenlerimizin Rumeli
ve Girit olduğu anlaşılmaktadır. Büyüdüğüm mahalle tam bir muhacir mahallesi
idi. Mahallede Bulgaristan ve Yunanistan’dan (Selanik) gelenler yanında Arnavut, Boşnak, Giritli,
Adalı (Midilli adasından gelenler), Makedon, Pomak ve azda olsa Anadolu’dan
zorunlu göçe uğramış aileler yaşamaktaydı. O zaman dilimi, genç Cumhuriyetin
henüz daha köylü sınıfsal yapısı ve muhacir olarak gelenlerin mübadeleden önce
imparatorluğun Balkanlarda 1912 – 1913 yıllarında bozguna uğraması sonucu tüm
varlıklarını bırakarak kaçmak zorunda kalan ailelerden oluşması nedeniyle
yoksulluk yıllarıydı
Ancak tüm yoksulluğa
rağmen çocukluğumu yaşadığım bu muhacir mahallesinde yaşanan hayat çok
zengindi. Mahalle dayanışması inanılmaz boyutlardaydı. Mahallenin fakirleri
sanki organize edilmiş gibi diğer aileler tarafından sürekli gözlenirdi. Çok
farklı orijine sahip bu kadar karışık ailelerin küçük bir nişte ahenk içinde
yaşamlarının sırrına bugün dahi varmış değilim. Zannederim büyük imparatorluğun
Rumeli’deki yaşam şekli bizim o yoksul Kuzey Ege mahallemizde tekrar yaşanıyor
olmasıdır. Akşamları hanımların ut ile yaptıkları meşkler mahallede inanılmaz
tınılar yaratırdı. Bugünün madden daha zengin mahalle yaşam şekillerine bakın.
Maalesef o çok zengin, imbikten süzülmüş imparatorluk yaşam şekli ve keyfinden
eser kalmamıştır. Bugün çevreme baktığımda yaşanan tahammülsüzlüğü hayretle
izlemekteyim.
İlk ve Orta Okulu
Edremit’te bitirdikten sonra Lise eğitimi için Balıkesir’e gidilmek bir
zorunluluktu. Nedense İzmir yerine körfez ilçelerinden çocuklar Balıkesir
lisesine yatılı olarak gönderilirdi. Kız çocuklar ise bir aile büyüğü ile
kiraladıkları evlerden lise eğitimi için Balıkesir’e gelirlerdi. .
Yatılı olarak 1954
yılında başlayan Lise yatılı hayatım 3 yıl sürdü. Hocalarımızdan bir kısmı yurt
dışı master derecesine sahip çok değerli eğitmenlerdi. Arkadaşlarımdan hemen
hemen hepsi Üniversite eğitimini yaptı. Lise anılarımın içinde en önemlisi
Lisenin il sathında yayın yapan radyosuydu. Ben bir süre bu radyo istasyonun
sorumlusu ve spikeri olarak görev yapmıştım. Ayrıca yine lisede mevcut müzik
eğitiminde klarnet eğitimi almıştım. Ancak bugüne maalesef bunlardan geriye
hiçbir şey kalmadı. Keşke bırakmasaydım ve klarneti bugünde çalabilseydim.
Çünkü beni çocukluğumdan beri en fazla etkileyen müzik aletlerinden biridir.
Müzikten konu açılınca
çocukluğumda müzik ile Ankara Radyosunun programlarının bizim kuşakta bıraktığı
izlenimlerimi anımsamadan geçmek istemem. O yıllarda Ankara radyosu belirli
saatlerde klasik müzik yayını yapardı. Bizim kuşağın bu nedenle klasik müziğe
olan sevgi veya nefreti, vurgulanması gereken önemli bir olgudur. Ben klasik
müziği sevenler tarafındayım. Bu konuda hiçbir bilgi ve eğitime sahip olmamakla
beraber bazı klasik müzik parçalarını dinlerken aldığım hazzı ifade de
yetersizim. Çalışma hayatım süresince Üniversitede ofisimde genellikle klasik
müzik yayını yapan TRT 3 devamlı açık
olurdu.
Ben lise eğitimi
esnasında birinci sömestride 6 zayıf alacak kadar dağıtmış biriydim. Ancak 2.
yarıyılda uyanarak, niçin Balıkesir’e geldiğimi düşünmeğe başladım. Lise sona
kadar sınıf geçmekte en ufak bir sorunum olmadı. Ancak 3. sınıfta maalesef
tekrar teklemeğe başladım, bir dersten, o da biyoloji dersinden bir yıl
beklemek sorunda kaldım. Biliyor musunuz, biyoloji benim tüm çalışma hayatıma
yön veren ve çok sevdiğim ana konulardan biri olmuştur. Doktoramın fizyopatoloji
dalında biyokimya ağırlıklı olması ile tüm Üniversite yıllarımda biyokimya ve
moleküler biyoloji en fazla ilgilendiğim ve sevdiğim konuların başında
olmuştur. İşte biyoloji benim hayatımda bu kadar çelişkiler yaratan bir
konudur.
Liseden sonra yukarıda
açıkladığım gibi Ege Üniversitesi yaşantım başladı. Kurulalı henüz 5 yıl olmuş
bu yeni Üniversitede, Ziraat okulundan kalma merkez binadan başka eğitim için
barakalar vardı. Kürsüler küçük barakamsı basit binalara yerleşmişlerdi,
İzmir’e genellikle Bornova Belediyesinin araçları ile gidilirdi. Ege
Üniversitesi başlangıçta Tıp ve Ziraat fakültelerinden oluşuyordu. İlk dönemler
Üniversite Rektörü ziraatçı idi. Bu gelenek daha sonraları da birçok yeni
kurulan üniversitede değişmemiştir. Bu gelişme çizgisi Çukurova Üniversitesi
için de geçerlidir. Ancak kadro bakımından hızla gelişen Tıp fakülteleri, bu
yeni kurulan Üniversitelerde kısa sayılacak bir süre sonra yönetimi
ziraatçılardan almışlar ve bir daha da geriye vermemişlerdir. Bunu 1970 yılında
daha Adana Ziraat Fakültesi henüz Ankara Üniversitesine bağlı iken geldiğim
Üniversitemde de bire bir yaşadım. Kuruluşu bu şekilde olan Üniversitelere ne
yapıldıysa ziraatçılar tarafından yapılmıştır. Tıpçıların yönetimi ele
almasından sonra nedense yurt içi ve yurt dışında çalışmaları ile ortaya çıkan
üniversitem bu başarı ivmesini kaybetmeğe başlamıştır. Belki ileride tekrar bu
konuya dönebilirim. İnancım üniversite eğitiminin ülkemizde sağlık ile ilgili
fakültelerin kendi aralarında sağlık üniversitelerinde toplanmasıdır. Aksi
takdirde tüm diğer fakülteler bu birlik için ağır bedeller ödemektedirler. Bu
benim naçizane görüşümdür.
Mesleğe başlamadan askere
gitmeyi ve vatani görevimi bitirmeyi yeğledim. Askerliğimi 2 yıl+1 ay olarak
yaptım. Ulaştırmaydım ve kıta hizmetini İstanbul Yıldız’da Harp Akademilerinde
yaptım. Oldukça renkli ve zengin bir askerlik görevini tamamladıktan sonra, İlk
işim Ankara’da Meteoroloji Genel Müdürlüğünde Klimatoloji kısmında oldu.
Kadrolu olarak atanan arkadaşlarım 280 TL gibi bir maaş alırken, ben
Meteorolojide 1500 TL maaş alıyordum. Bu arada eşim Özden, ben askerken
İstanbul Göztepe’de Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde, daha sonra da Ankara
Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde çalışmağa başlamıştı. Ben maaşı dolgun
olan Meteoroloji çalışmalarına ancak 4–5 ay dayanabildim ve oradan ayrılarak
kadrolu olarak Ankara Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsüne tahminen 300TL
maaşla geçiş yaptım. Burada ilginç olan husus ben bahçe bitkileri mezunu olmama
karşın, beni yeni kurulan Nematoloji laboratuvarına atamalarıdır. Laboratuvardan
danışabileceğim hiç kimse yoktu. Üstüne üstlük o yıl Kayseri Uzunyayla’da
buğdaylarda görülen bir nematod hastalığının sörveyi için görevlendirildim. Hiç
unutmam ben bir şekilde zararlının Anguina
tiritici olduğunu öğrendim ve sörveyi tamamladım. Meteorolojiden, aldığım
eğitimle yaptığım işin ilgisi olmadığı için ayrılmıştım. Fakat Zirai Mücadele
konusunda ise bana Nematoloji konusunda yardım edecek hiç kimse yoktu. Bu
esnada Şeker şirketinde bu konuda çalışan bir uzman olduğunu öğrendim ve onu
ziyaret ederek ne yapmam gerektiğini sordum. Bana önerisi mümkünse bu konuda
yurtdışı olanaklarını araştırarak doktora yapmamı önerdi. Ben bu arada
Erzurum’da bu konuda çalışmaları olduğunu duyduğum bir akademisyene de
yazmıştım, fakat ne yazık ki ondan da bir yanıt alamamıştım. Yurt dışında
doktora yapmak o yıllarda bir hayal idi. Ama o hayal 1964 yılında kabul edilmiş
olan ve benim ancak bir yıl sonra tesadüfen öğrendiğim 1416 sayılı kanunla
gerçek oldu. Eşim Özden ve ben gerekli işlem ve sınavları tamamlayarak 1966
yılı başında Almanya’ya doktora için gittik. Eşim Tarımsal Bakteriyoloji ve ben
ise fizyopatoloji konusunda doktora yaptım. Ben entomoloji konusunda doktora yapmak
için gittiğim yurtdışından fitopatolog olarak geriye döndüm.
Mayıs 1970 tarihinde
Ankara Üniversitesi Adana Ziraat Fakültesinde göreve başladık. Ben 2003 yılı
Kasım ayında, eşim ise Ocak 2007 yılında emekli olduk.
Çukurova üniversitesinde
geçen 33 yıl için her zaman bana böyle bir hayat lütfettiği için Allaha şükrettim.
Ancak çalışmalarımın doruğunda iken, yeni seçilen Üniversite Rektörü tarafından
görevden alınmam, ülkem ve Üniversitem için yarattığım tüm altyapı, Merkez ve
TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ gibi akademik kuruluşlarının da benimle beraber yok
olmasına neden oldu. Ama bir gerçek var ki,
bu tehlikeyi çalışırken de bilmeme ve bu hususu gerek öğrencilerime ve
gerekse toplantılarda sıkça dile getirmeme rağmen, gerçekleşmesi ve hayal
kırıklığı büyük oldu. Ancak Üniversitemde yaşadığım o büyülü hayattan, tüm
yaşadığım olumsuzluklara rağmen hiç pişmanlık duymadım. Beklide kendimi
kandırıyorum, çünkü o güzel yıllara böyle bir düşünceyle zarar vermemek için
sığındığım bir kaçış şekli olabilir. Bu gerçek ülkemiz bir bilim devleti
olmadığı sürece sizler içinde geçerlidir. Tabii sizlerde bu gerçeğin ne
olduğunu merak ettiniz. Ülkemizde bilim yapmak, Müslüman mahallesinde salyangoz
satmağa çok benzemektedir.
Geriye baktığımda
özellikle Üniversitem, ilgili Bakanlık, bilgi ve hizmet ürettiğimiz çiftçi ve
bunların örgütleri hakkında inanılmaz çok yazacak konu var. Ama ben uzatmamak
için bu konuyu şimdilik sonlandırıyorum. Bu hususlarda bazı ayrıntıları diğer
makalelerimde de bulacaksınız.
Etiketler: 1416 Sayılı kanun, Balıkesir Lisesi, Meteoroloji, Nematoloji, Tarım, Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa