4 Mart 2017 Cumartesi

GERİYE BAKTIĞIMDA


Bugün 15 Eylül 2013, nihayet Blog oluşturmak için bilgisayarın başına oturduğum tarih. Ancak ne yazık ki, bir çok makaleyi hazırlamama karşın nedense “ÜLKEMİZDE AKADEMİSYEN OLMAK” isimli Blog’umu ancak şimdi yayımlamayı başarabildim. Bu Blog’u oluşturma fikri, emekli olduğum yıldan beri sürekli benimle beraber olan bir düşünce idi. Hayatım boyunca, yaptığım tüm işler esnasında, değiştiremediğim ve değiştirmekte istemediğim bir iş yapma düzenim ve alışkanlığım vardı. Severek yaptığım bir iş veya proje esnasında dahi bir ikinci, hatta bazen bir üçüncü iş yapma fikri hep benimle beraber olmuştur. Üzerinde çalıştığım iş sonuçlandığında, yeni iş projesi çoktan işlerlik kazanmış olurdu. Bu yaşam şeklim emeklilik hayatımda da değişmedi. Böylece ben emekli olduğumu dahi fark etmedim. Fakat bir husus var ki, Emeklilik yaşamım esnasında da Üniversite yaşamımın yokluğunu hep hissettim. Benim, içinde 33 yıl her anını zevkle ve hissederek yaşadığım ve benim için sanki yaşam amacım şeklini almış olan ÜNİVERSİTEM hayatıma anlam kazandıran öğelerin başında gelir. Bu zannederim benim gibi 1970 ve onu takip eden yıllarda, henüz daha Adana Ziraat Okulu yerleşkesinde olduğumuz zaman dilimi içinde Üniversitede işe başlayan yalnız akademisyenler değil, Üniversite kuruluşuna hizmet eden tüm personelde mevcuttur. Onlarla konuştuğunuzda, Üniversitede geçen olayları ve o günleri size sanki ailesinde geçen bir olay sıcaklığı içinde nakledeceklerdir. Bugün onlar, benim için sanki ailemin birer bireyi gibidirler.
Açtığım bu Blog’da zannederim ağırlıklı olarak Üniversite, akademik yaşam, tarım, ülkemizin akademik çalışmalara tepkileri, üreticiler, özellikle de Çukurova tarımsal üreticileri, Tarım Bakanlığı, akademik kadro, tanrı tarafından bize verilen hayat dilimi ve bunu yaşama becerilerimiz gibi oldukça değişik konularda yaşadıklarımı, düşüncelerimi ve tüm bu olaylarla bugün yüzleştiğimde hissettiğim sevinç ve isyanlarımı sizlerle paylaşacağım. Hobi açısından oldukça zengin olan hayatıma en son giren mutfak hobisi oldu. Bu konuda da ilgilenirseniz, yaptıklarımı ve anılarımı sizlerle http://keremkoy.blogspot.com.tr/  isimli ayrı bir Blog’da paylaşacağım. Özellikle tarımsal eğitim hakkında hayatım süresince gerek kürsü gerekse toplantılarda söylediklerimi ve düşüncelerimi sizlere paylaşmak isteyeceğim. Bu Blog’u açmadan önce yaşananların bana ait olduğunu düşündüm. Ama yaşadıklarımı değerlendirirken, benim gibi yaşamı olan kişilerin de düşünce ve değerlendirmelerini öğrenme ihtiyacında oldum. Maalesef ülkemizde bu şekildeki paylaşımların çok kısıtlı olduğunu gördüm. Bu şekildeki paylaşımlar daha çok yurt dışı Bloglar’da bulunmaktadır. Bu nedenle ben yaşamımı bir şekilde benim yolumda giden Üniversite çalışanları ile paylaşmanın doğru olduğuna karar verdim. Eğer siz bunları birinci ağızdan anlatmazsanız, bu yaşanmışlar, sizi seven veya sevmeyen kişiler tarafından daha değişik şekillerde anlatılmaktadır. Burada hemen eklemeliyim ki, Üniversite ve Fakültemiz ile ilgili olay ve gelişmeler Sayın PEKEL, Sayın ÖZSAN ve en son Sayın ÇEVİK tarafından yayımlanan kitaplarda detaylı, ancak resmi bir dille anlatılmıştır. Ben ise bu Blogda daha çok Üniversite ve Fakültemizde geçen günlük ve bilimsel hayatı sizlere daha çok sohbet sıcaklığında anlatmağa çalışacağım.
Ben istemeden hatta tarımın ne olduğunu dahi bilmeden, tamamen tesadüflerin yönlendirilmesi sonucu Tarım eğitimi almış bir kişiyim. Ziraat fakültesine gitmemi bugün tesadüf değil, alın yazısı ve Allah’ın bir lütfü olarak değerlendiriyorum. Çünkü tarım benim için bir mesleğin ötesinde hobim oldu, işte benim hayatım ve işim, hobimi yapmak onun peşinde koşmak, onu yaşadığım her anımda duyumsamakla geçti. Bugün dahi bu duygularımda en ufak bir değişiklik yoktur. Ben bu yaşımda dahi bitkisel üretimin giz ve güzellikleri arasında olmaktan büyük keyif almaktayım. Bugün hayata yeni başlasaydım, yine bu mesleği seçer ve bilimin sunduğu yenilikler ile bitkisel üretim olarak kısaca tanımladığımız o zengin dünyanın okyanuslarına yelken açardım. Düşünün, bir yerde Moleküler Biyolojinin size sunduğu canlıya söz geçirme becerileri, öbür tarafta Vertikal Farming olarak isimlendirilen şehir sınırları içinde geleceğin yetiştirme tekniği olan dikine tarım uygulamaları. Böyle bir hayal dünyasını sizlere hiçbir mesleğin veremeyeceğinden eminim.
Ancak özel ve akademik yaşamımın detaylarına girmeden önce özet olarak geçmişim hakkında bilgi verme gereğini duydum. İnanıyorum ki, imparatorluktan sonra atalarımız tarafından bize vatan olarak verilen Anadolu’da yaşayan ve çok farklı etnik kökenlere sahip her bir yurttaşımızın çok zengin bir geçmişi vardır.
Ben 26 Mayıs 1939 yılında Edremit’te bir muhacir mahallesinde dünyaya geldim. Ailem ve daha sonra 50 yıllık hayat arkadaşım eşimin aile geçmişi incelendiğinde kökenlerimizin Rumeli ve Girit olduğu anlaşılmaktadır. Büyüdüğüm mahalle tam bir muhacir mahallesi idi. Mahallede Bulgaristan ve Yunanistan’dan (Selanik)  gelenler yanında Arnavut, Boşnak, Giritli, Adalı (Midilli adasından gelenler), Makedon, Pomak ve azda olsa Anadolu’dan zorunlu göçe uğramış aileler yaşamaktaydı. O zaman dilimi, genç Cumhuriyetin henüz daha köylü sınıfsal yapısı ve muhacir olarak gelenlerin mübadeleden önce imparatorluğun Balkanlarda 1912 – 1913 yıllarında bozguna uğraması sonucu tüm varlıklarını bırakarak kaçmak zorunda kalan ailelerden oluşması nedeniyle yoksulluk yıllarıydı
Ancak tüm yoksulluğa rağmen çocukluğumu yaşadığım bu muhacir mahallesinde yaşanan hayat çok zengindi. Mahalle dayanışması inanılmaz boyutlardaydı. Mahallenin fakirleri sanki organize edilmiş gibi diğer aileler tarafından sürekli gözlenirdi. Çok farklı orijine sahip bu kadar karışık ailelerin küçük bir nişte ahenk içinde yaşamlarının sırrına bugün dahi varmış değilim. Zannederim büyük imparatorluğun Rumeli’deki yaşam şekli bizim o yoksul Kuzey Ege mahallemizde tekrar yaşanıyor olmasıdır. Akşamları hanımların ut ile yaptıkları meşkler mahallede inanılmaz tınılar yaratırdı. Bugünün madden daha zengin mahalle yaşam şekillerine bakın. Maalesef o çok zengin, imbikten süzülmüş imparatorluk yaşam şekli ve keyfinden eser kalmamıştır. Bugün çevreme baktığımda yaşanan tahammülsüzlüğü hayretle izlemekteyim.
İlk ve Orta Okulu Edremit’te bitirdikten sonra Lise eğitimi için Balıkesir’e gidilmek bir zorunluluktu. Nedense İzmir yerine körfez ilçelerinden çocuklar Balıkesir lisesine yatılı olarak gönderilirdi. Kız çocuklar ise bir aile büyüğü ile kiraladıkları evlerden lise eğitimi için Balıkesir’e gelirlerdi.  .
Yatılı olarak 1954 yılında başlayan Lise yatılı hayatım 3 yıl sürdü. Hocalarımızdan bir kısmı yurt dışı master derecesine sahip çok değerli eğitmenlerdi. Arkadaşlarımdan hemen hemen hepsi Üniversite eğitimini yaptı. Lise anılarımın içinde en önemlisi Lisenin il sathında yayın yapan radyosuydu. Ben bir süre bu radyo istasyonun sorumlusu ve spikeri olarak görev yapmıştım. Ayrıca yine lisede mevcut müzik eğitiminde klarnet eğitimi almıştım. Ancak bugüne maalesef bunlardan geriye hiçbir şey kalmadı. Keşke bırakmasaydım ve klarneti bugünde çalabilseydim. Çünkü beni çocukluğumdan beri en fazla etkileyen müzik aletlerinden biridir.
Müzikten konu açılınca çocukluğumda müzik ile Ankara Radyosunun programlarının bizim kuşakta bıraktığı izlenimlerimi anımsamadan geçmek istemem. O yıllarda Ankara radyosu belirli saatlerde klasik müzik yayını yapardı. Bizim kuşağın bu nedenle klasik müziğe olan sevgi veya nefreti, vurgulanması gereken önemli bir olgudur. Ben klasik müziği sevenler tarafındayım. Bu konuda hiçbir bilgi ve eğitime sahip olmamakla beraber bazı klasik müzik parçalarını dinlerken aldığım hazzı ifade de yetersizim. Çalışma hayatım süresince Üniversitede ofisimde genellikle klasik müzik yayını yapan TRT 3 devamlı açık olurdu.
Ben lise eğitimi esnasında birinci sömestride 6 zayıf alacak kadar dağıtmış biriydim. Ancak 2. yarıyılda uyanarak, niçin Balıkesir’e geldiğimi düşünmeğe başladım. Lise sona kadar sınıf geçmekte en ufak bir sorunum olmadı. Ancak 3. sınıfta maalesef tekrar teklemeğe başladım, bir dersten, o da biyoloji dersinden bir yıl beklemek sorunda kaldım. Biliyor musunuz, biyoloji benim tüm çalışma hayatıma yön veren ve çok sevdiğim ana konulardan biri olmuştur. Doktoramın fizyopatoloji dalında biyokimya ağırlıklı olması ile tüm Üniversite yıllarımda biyokimya ve moleküler biyoloji en fazla ilgilendiğim ve sevdiğim konuların başında olmuştur. İşte biyoloji benim hayatımda bu kadar çelişkiler yaratan bir konudur.
Liseden sonra yukarıda açıkladığım gibi Ege Üniversitesi yaşantım başladı. Kurulalı henüz 5 yıl olmuş bu yeni Üniversitede, Ziraat okulundan kalma merkez binadan başka eğitim için barakalar vardı. Kürsüler küçük barakamsı basit binalara yerleşmişlerdi, İzmir’e genellikle Bornova Belediyesinin araçları ile gidilirdi. Ege Üniversitesi başlangıçta Tıp ve Ziraat fakültelerinden oluşuyordu. İlk dönemler Üniversite Rektörü ziraatçı idi. Bu gelenek daha sonraları da birçok yeni kurulan üniversitede değişmemiştir. Bu gelişme çizgisi Çukurova Üniversitesi için de geçerlidir. Ancak kadro bakımından hızla gelişen Tıp fakülteleri, bu yeni kurulan Üniversitelerde kısa sayılacak bir süre sonra yönetimi ziraatçılardan almışlar ve bir daha da geriye vermemişlerdir. Bunu 1970 yılında daha Adana Ziraat Fakültesi henüz Ankara Üniversitesine bağlı iken geldiğim Üniversitemde de bire bir yaşadım. Kuruluşu bu şekilde olan Üniversitelere ne yapıldıysa ziraatçılar tarafından yapılmıştır. Tıpçıların yönetimi ele almasından sonra nedense yurt içi ve yurt dışında çalışmaları ile ortaya çıkan üniversitem bu başarı ivmesini kaybetmeğe başlamıştır. Belki ileride tekrar bu konuya dönebilirim. İnancım üniversite eğitiminin ülkemizde sağlık ile ilgili fakültelerin kendi aralarında sağlık üniversitelerinde toplanmasıdır. Aksi takdirde tüm diğer fakülteler bu birlik için ağır bedeller ödemektedirler. Bu benim naçizane görüşümdür.
Mesleğe başlamadan askere gitmeyi ve vatani görevimi bitirmeyi yeğledim. Askerliğimi 2 yıl+1 ay olarak yaptım. Ulaştırmaydım ve kıta hizmetini İstanbul Yıldız’da Harp Akademilerinde yaptım. Oldukça renkli ve zengin bir askerlik görevini tamamladıktan sonra, İlk işim Ankara’da Meteoroloji Genel Müdürlüğünde Klimatoloji kısmında oldu. Kadrolu olarak atanan arkadaşlarım  280 TL gibi bir maaş alırken, ben Meteorolojide 1500 TL maaş alıyordum. Bu arada eşim Özden, ben askerken İstanbul Göztepe’de Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde, daha sonra da Ankara Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde çalışmağa başlamıştı. Ben maaşı dolgun olan Meteoroloji çalışmalarına ancak 4–5 ay dayanabildim ve oradan ayrılarak kadrolu olarak Ankara Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsüne tahminen 300TL maaşla geçiş yaptım. Burada ilginç olan husus ben bahçe bitkileri mezunu olmama karşın, beni yeni kurulan Nematoloji laboratuvarına atamalarıdır. Laboratuvardan danışabileceğim hiç kimse yoktu. Üstüne üstlük o yıl Kayseri Uzunyayla’da buğdaylarda görülen bir nematod hastalığının sörveyi için görevlendirildim. Hiç unutmam ben bir şekilde zararlının Anguina tiritici olduğunu öğrendim ve sörveyi tamamladım. Meteorolojiden, aldığım eğitimle yaptığım işin ilgisi olmadığı için ayrılmıştım. Fakat Zirai Mücadele konusunda ise bana Nematoloji konusunda yardım edecek hiç kimse yoktu. Bu esnada Şeker şirketinde bu konuda çalışan bir uzman olduğunu öğrendim ve onu ziyaret ederek ne yapmam gerektiğini sordum. Bana önerisi mümkünse bu konuda yurtdışı olanaklarını araştırarak doktora yapmamı önerdi. Ben bu arada Erzurum’da bu konuda çalışmaları olduğunu duyduğum bir akademisyene de yazmıştım, fakat ne yazık ki ondan da bir yanıt alamamıştım. Yurt dışında doktora yapmak o yıllarda bir hayal idi. Ama o hayal 1964 yılında kabul edilmiş olan ve benim ancak bir yıl sonra tesadüfen öğrendiğim 1416 sayılı kanunla gerçek oldu. Eşim Özden ve ben gerekli işlem ve sınavları tamamlayarak 1966 yılı başında Almanya’ya doktora için gittik. Eşim Tarımsal Bakteriyoloji ve ben ise fizyopatoloji konusunda doktora yaptım. Ben entomoloji konusunda doktora yapmak için gittiğim yurtdışından fitopatolog olarak geriye döndüm.
Mayıs 1970 tarihinde Ankara Üniversitesi Adana Ziraat Fakültesinde göreve başladık. Ben 2003 yılı Kasım ayında, eşim ise Ocak 2007 yılında emekli olduk.
Çukurova üniversitesinde geçen 33 yıl için her zaman bana böyle bir hayat lütfettiği için Allaha şükrettim. Ancak çalışmalarımın doruğunda iken, yeni seçilen Üniversite Rektörü tarafından görevden alınmam, ülkem ve Üniversitem için yarattığım tüm altyapı, Merkez ve TÜBİTAK ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ gibi akademik kuruluşlarının da benimle beraber yok olmasına neden oldu. Ama bir gerçek var ki,  bu tehlikeyi çalışırken de bilmeme ve bu hususu gerek öğrencilerime ve gerekse toplantılarda sıkça dile getirmeme rağmen, gerçekleşmesi ve hayal kırıklığı büyük oldu. Ancak Üniversitemde yaşadığım o büyülü hayattan, tüm yaşadığım olumsuzluklara rağmen hiç pişmanlık duymadım. Beklide kendimi kandırıyorum, çünkü o güzel yıllara böyle bir düşünceyle zarar vermemek için sığındığım bir kaçış şekli olabilir. Bu gerçek ülkemiz bir bilim devleti olmadığı sürece sizler içinde geçerlidir. Tabii sizlerde bu gerçeğin ne olduğunu merak ettiniz. Ülkemizde bilim yapmak, Müslüman mahallesinde salyangoz satmağa çok benzemektedir.
Geriye baktığımda özellikle Üniversitem, ilgili Bakanlık, bilgi ve hizmet ürettiğimiz çiftçi ve bunların örgütleri hakkında inanılmaz çok yazacak konu var. Ama ben uzatmamak için bu konuyu şimdilik sonlandırıyorum. Bu hususlarda bazı ayrıntıları diğer makalelerimde de bulacaksınız.


Etiketler: , , , , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa