1970 – 2003 YILLARI ARASINDA TÜRKİYE BİTKİ PATOLOJİSİ KONUSUNDAKİ GELİŞMELER
Konuya
girmeden önce zannederim çok sayıda fitopatoloğun bilmediği bir konuyu dikkatinize
sunarak başlamak isterim. Benden önceki 3 fitopatoloji hocalarımızdan biri olan
ve ayni zamanda Ege Üniversitesi rektörlüğü yapan büyüğümüz Prof. Dr. İbrahim
KARACA benim bu satırları yazdığım tarihe kadar ülkemiz fitopatoloji tarihini
içeren “TÜRKİYE FİTOPATOLOJİ TARİHİ, Ege Üniversitesi Basımevi, 1992” isimli
bir kitapta toplamıştır. Ben kendi adıma düşen 32 yıllık fitopatoloji
çalışmalarını kendi penceremden aşağıda çok özet halinde ilgilenenlerin
bilgisine sunmak istedim.
Ben 1970 – 2003 yıllarında Çukurova Üniversitesi Ziraat
Fakültesinde bitki patolojisi dalında öğretim üyesi olarak çalıştım. Aşağıda bu
dönemin incelenmesi, ayni zamanda benim bilimsel hayat hikâyemin bir kısmını
oluşturmaktadır. 1970 yılından sonra bitki patolojisinde profesörlük kazanan
ilk kişiyim. Ben Cumhuriyet tarihi içinde Bitki Patolojisinde Profesörlük alan
4. kişiyim.
Bitki
patolojisi anabilim dalında, 1970 yılından sonraki köklü değişimlere iki farklı
olay etkili olmuştur:
1. 1964 Yılında
hükümetin değişik konularda yurt dışına doktora yapmak üzere değişik
branşlardan eleman göndermesidir. 1416 Sayılı yasa uyarınca ilk elemanlar 1965
yılında yurt dışına gitmeğe başlamıştır. Batı ülkelerinde ülke seçimi adayın
kendisine bırakılmıştı. Ben Mart 1966 yılında bu olanaktan yararlanarak eşim
ile birlikte Almanya’ ya gittim. Her ikimizde doktoralarımızı Göttingen
Georg-August Üniversitesinde tamamladık.
2. İkinci olay ise benim
tamamen tesadüfler eseri patofizyoloji konusunda doktora yapmamdır. Gittiğimiz
Araştırma Enstitüsünde, doktoraya başlamadan önce “Büyük Pratikler” olarak
türkçeleştirebileceğim Mikoloji, Bakteriyoloji, Viroloji, Entomoloji, Biyokimya
ve diğerleri gibi konularda kurslara ve pratikleri yapmak bir zorunluluktu. Ben
Türkiye den entomoloji konusunda doktora yapmak için yurt dışına gitmiştim.
Ancak bu kurslarda sonra Enstitü Başkanı Prof. Dr. Walter FUCHS beni makamına
çağırarak, patofizyoloji konusunda doktora yapmak için düşüncemi sordu. Bu
öneri yabancılar arasında yalnızca bana yapılmıştı. Enstitü başkanı Prof. Dr.
FUCHS’ un bu teklifi beni mutlu etmesi ve onurlandırması yanında, birazda
korkutmuştu. Çünkü böyle bir konuda doktora yapabilmek için oldukça iyi bir
biyokimya bilgisine gereksinme vardı.
Patofizyoloji konusunda doktora
yapmam, benim tüm hayatımı etkileyen ve değiştiren önemli bir olay oldu.
Böylece tüm çalışma hayatım boyunca gerek derslerim ve gerekse araştırmalarımda
olaylara hücre ve moleküler temelinde bakmayı öğrendim. Aşağıda kısaca
değineceğim ülkemiz bitki patolojisinde iz bırakacak gelişmeler, yukarıda
saydığım olayların ülkemizdeki yansımalarıdır.
1970
Yılına kadar Türkiye de bulunan dar bitki patolojisi akademik kadrosu daha çok
simptomoloji ve ilaç denemeleri ile ilgilenmişlerdi. Bu nedenle 1416 sayılı
yasayla dünyanın değişik ülkelerine giden ve sonra değişik Üniversitelerde
çalışmağa başlayan bilim adamlarının yayınları incelenecek olursa, bu
tarihlerden sonra değişik konulardaki çalışmalar göze çarpacaktır. Ancak ben
akademik çalışmalarımda viroloji, mikoloji gibi bilim dalı ayırımlarına önem
vermeden, her konuda çalışmalar yapma şansına ulaştım. Bu davranışım bugün için
belki eleştiri konusu yapılabilir. Unutulmamalı ki, benim yıllarımda çok az
Üniversitede bitki koruma alanında standardın dışına çıkarak yeni konularda
çalışmalar yapılabiliyordu. Zannederim 1988 yılında Antalya da yapılan
Fitopatoloji Kongresinde sunulan tebliğlerin %50 gibi büyük bir çoğunluğu benim
laboratuvarımda yapılan o gün için ülkemiz açısından değişik çalışmalar ile
ilgiliydi. Ayrıca diğer bir konu da oldukça önemliydi. Ben anılan yıllarda çok
sayıda lisansüstü öğrenci ile çalışma şansına sahip oldum. Nitekim bu yıllar
içinde 20 master, 20 de doktora çalışması yönettim.
Şimdi
belirli zaman dilimleri içinde ülkemiz için yeni olan bu çalışma konuları
aşağıda özetlenecektir:
1970 – 1980 yılları arası: Adana’da
Fakültemiz ve Üniversitenin kuruluş yıllarıdır. Bu nedenle bilimsel çalışmalar
ve araştırmalar için bu dönemin ilk yarısında pek altyapımız yoktu. Hatta ben
doçentlik çalışmamı yapmak için NATO bursu ile tekrar doktora yaptığım
Enstitüye gitmek zorunda kalmıştım. Bu yıllarda Türkiye de bitki patolojisinde Poliakrilamid gel elektroforez tekniğini
kullanarak protein ve bazı enzim bandları yardımıyla biyokimyasal tanıyı yapan ilk kişiyim. Bu çalışmayı Almanya’da
planladığımda Hocam Sayın FUCHS, tekniğin çok yeni olduğunu ve benim çalışmamı
tehlikeye sokacağı konusunda beni uyarma gereği duymuştu. Ama bu konulara olan
tutkunluğum ağır basınca ben bu tekniği denemek istedim. İlk 3 ay neredeyse tüm
saatlerimi laboratuvarda geçirdim. Hocamda yarı merak, yarı endişeyle hemen
hemen her gün akşam sonuç var mı diye laboratuvara uğruyordu. Ben bu sürenin
sonunda, Phytophthora türleri için
ilk spesifik total protein bandlarını elde etmeyi başardım. Arkasında
asetilester enzim bandları devreye girdi. Arkası çorap söküğü gibi devam etti. Bu
teknik ile ilk çalışmam, ülkemiz biberlerinde epidemik boyutlarda ortaya çıkan
bir hastalık üzerinde oldu. Zannederim 1974 yılı idi. Ülkemiz biber yetiştiriciliğinde
Ege’ den Doğu Anadolu’ya kadar her yerde biber bitkilerini öldüren çok büyük
bir hastalık epidemisi hüküm sürüyordu. Ben de diğer araştırıcılar gibi adı
geçen yılda ülkemiz için sorun olan konuyu öğrendim ve üzerinde çalışmağa
başladım. Daha ilk izolasyonlarla birlikte, kendi kendime ben bu patojen
fungusu tanıyorum dedim. Çünkü fungus Phytophthora’lardan
biri idi. Çünkü bu fungusun değişik türleri ile doçentlik çalışmaları esnasında
oldukça yoğun çalışmıştım. O sıralarda artık Adana’daki laboratuvarım
biyokimyasal tanıyı yapacak donanımlar ile donatılmıştı. Poliakrilamid gel elektroforez tekniği kullanılarak etmen Phytophthora capsici olarak
teşhis edildi. Biliyor musunuz, ben böylece ilk defa takdir beklerken
Bakanlığın kara listesine de alınmış oldum. Neden biliyor musunuz? Çünkü
Bakanlık Enstitüleri ve uzmanları iki yıldır konu üzerinde çalışıyordu ve
hastalık nedeni olarak da değişik varsayımlar sıralıyorlar ve raporlar
düzeliyorlardı. Zaten o yıllardan sonra da Bakanlık ile aram hiç iyi olmadı.
Ama biz bu biber patojeni ile savaşımda kullanılabilecek kimyasalları
araştırırken, Höchst firmasının bir ilacının çok etkin olduğunu saptadık ve tüm
üreticilere ve Bakanlık teşkilatına bir Bülten ile duyurduk. Höchst firması
ilacının toprak kökenli Phytophthora’ları
kontrol ettiğini bilmiyordu. Ancak ilaç hiçbir zaman Türkiye’de ruhsat alamadı,
ama buna rağmen Höchst firması bizi ödüllendirmek
için bir Volkswagen minibüsü hediye etti. Hastalığı kontrol eden ilaç ise biber
yetiştiricileri için genellikle Almancıların valizlerinde veya Kıbrıs üzerinden
yurda yıllarca kaçak yollardan geldi ve biber üreticisi tarafından kullanıldı.
Bu çalışmayı Sayın Prof. Dr. Mehmet BİÇİCİ’ ye
doktora konusu olarak verdiğim aflotoksin
çalışması izledi. Bu çalışmada Osmaniye fıstık tarımında Aspergillus türlerinin bulaşıklık durumu ve bunlardan hangi türün
aflotoksin ürettiği idi. Biz bu çalışmada henüz ülkemiz bitki patolojisi
laboratuvarlarında olmayan ince tabaka
kromatografisi tekniğini kullandık.
1970
– 1980 zaman dilimine damgasını vuran diğer bir yenilik ise, gaz kromatografisi tekniği ile pestisit
kalıntılarının araştırılması idi. O yıllarda kalıntı sorunu gündemde en çok
tartışılan bir konu olunca, bizlerde Bölüm olarak bir gaz kromatografi aleti
aldık. Bu konuda çalışma yapmak üzere Orta Doğu Üniversitesi mezunu bir
kimyacıyı da kadroya katarak bir kalıntı laboratuvarını işler hale getirdik.
İlk çalışmamız Çukurova bölgesi ana drenaj kanallarında DDT ve türevlerinin
araştırılması oldu. 1970 Yıllarında DDT kullanımı yasaklanmıştı. Yarı ömrü uzun
olan bu pestisit, 1970’li yılların sonunda yapılan bu çalışmanın tüm
örneklerinde doymuş halde bulundu. Maalesef bu laboratuvarın ömrü kısa oldu.
Çünkü elemanımızı Sabancıları, MARSA firmasına aldılar. Ben bu dönemin sonunda
geniş bir kadro ile yeni ufuklara yelken açmayı düşündüğüm için zaman
yokluğundan bu laboratuvarı çalıştırmak için yeni eleman arayışına girmedim.
Bu arada ben 1974 yılında doçent, 1979 yılında
profesör oldum. Bu aşamalarda biyokimyasal ağırlıklı çalışmaları jüriye
verdiğim için pek sıkıntı çekmedim. Çünkü çalışmaların hepsi ülkemiz için yeni
konular idi.
1980
– 2003 Yılları arası: Bu yılların ağırlıklı konularını, turunçgil
patolojisi ve Doğu Akdeniz bölgesinin bu meyve açısından sahip olduğu büyük
potansiyelin fark edilmesiyle, tüm yetiştiricilik sorunları oluşturmuştur.
Turunçgil konusuna girmeden doktora öğrencilerinin konuları üzerinde durmak
isterim. Heyecan veren olayların başında bitki patolojisinde ülkemizde
mikoplazmalar ile yapılan ilk çalışma gelir. Turunçgillerde Stubborn hastalık etmeninin İzolasyonu
gerek bizler ve gerekse ülkemiz bitki patolojisi için büyük bir olaydı.
Çukurova turunçgil tarımında epidemik ve hatta hastalığın endemik olduğunu
saptayan ilk çalışmaydı. Onu tanı çalışmaları izledi. Zannederim Turunçgil
Stubborn hastalığı konusunda en detaylı çalışmalar bu yıllar arasında yapıldı.
Toprak
solarizasyonu, önemli ve pratikte de ses getiren çalışmalardan bir diğeri
oldu. Doğu Akdeniz bölgesinde İsrail ile birlikte tekniği uygulayan ilk ülkeler
arasında olduk. Birçok akademik çalışmada değişik toprak kökenli patojenlerin
toprak solarizasyonu tekniği kontrolü ve fümigasyon gibi diğer tekniklerle
kombinasyonları üzerinde çalışıldı. Bu çalışmalarda tekniğin üretim alanlarında
uygulanabileceği Bakanlık teşkilatına bir Bülten ile duyuruldu.
Bunu doku
kültürü çalışmaları izledi. Bazı arkadaşlar ile üretim bazında doku kültürü
kullanımını olanaklarını denedik. Ancak konu üzerinde çalışan aday bu konuları
algılama ve uygulama becerisinde olamadığı için bu tekniğin üretim bazında
kullanımı açısından başarılı olamadık.
Ama doktora öğrencilerimizden rahmetli
Figen’in çalışmaları o yıllar için gerçekten çok başarılı idi. Fungus
toksinlerine dayanıklı hücrelerden rejenere ettiği domates bitkileri hiç
olmazsa laboratuvarda enfeksiyon denemelerinde başarılı idi. Etmen Fusarium’du. Doku kültürü ile en
başarılı çalışmalarımız in vitro sürgün ucu aşılama
çalışmalarıdır. O teknik anaç bitkilerin virüs ve benzeri hastalıklardan
arındırılmasında çok başarılı olarak kullanıldı. Hattan bu çalışmalarla
uluslararası bilim kuruluşlarının da destek ve övgülerini alabildik. Birçok
çalışmamızda bu yöntemi termoterapi
tekniği ile kombine ederek kullandık.
Diğer
önemli bir konuda viroidler idi. O
zamana kadar ülkemizdeki birçok bitki patoloğunun ismini dahi duymadığı bu
patojenleri tanılama ve neden olduğu hastalıkları teşhis etme başarısını
gösterdik. Bu çalışmalar hala da Bölümümüzde geniş boyutlu yapılmaktadır.
Bu çalışmaları turunçgillerde virüs çalışmalarımız izledi. Ben burada patojenleri
saymayacağım, ancak biri dünya için yeni olan 16 farklı virüs ve virüs benzeri
hastalık etmenini teşhisi yapıldı. Bunların teşhis çalışmalarını, araştırma
grubunda yer alan master ve doktora öğrencisi olarak çalışan arkadaşlarımız
başarıyla yürüttüler. Biyolojik
indekslemeler için Dünya Bankası kaynaklarından yararlanarak Tarım ve Orman
Bakanlığı tarafından ülkemizin ilk
bilgisayar kontrollü seraları yapıldı. Bunun dışında serolojik çalışmalarda öncü sayılırız. Yanılmıyorsam ilk ELISA testi bizim grubumuz tarafından
yapıldı. Hiç unutamam Hürriyet gazetesi narenciyelere AİDS testi uygulanıyor
diye başlık atmıştı.
Biz patoloji dışına çıkan, ancak ülkemiz
turunçgil endüstrisi için önemine inandığımız çalışmalar da yaptık. En başarılı
çalışmalarımızdan biri de virüs ve
benzeri hastalıklardan ari Turunçgil fidanı üretimidir. Bu üretim
milyonları bulan sayılarda yapıldı. Üretim şekli dünyada ilk defa dış
etkenlerden korumalı seralarda topraksız
kültür tekniği ve fertigasyon kullanılarak yapıldı. Genelde bitki
yetiştiricileri laboratuvarlarda topraksız kültür denemeleri yaparken, bizler
pratiğe verilen ürünlerde bu tekniği başarıyla uygulayabildik. Bugün bu teknik
ülkemizde yıllardan beri gerek araştırma ve gerekse üretim alanlarında
kullanılmaktadır. Ayrıca ayni çalışmalarda ilk
mikro aşılama tekniği ülkemizde bizim tarafımızdan kullanıldı.
Benim liderliğini yaptığım çalışmalarda,
sürekli şuur altımda yatan, ben bu çalışmayı pratikte nasıl kullanabilirim
sorusu idi. Zannederim kısmen de olsa bunu başardığımı zannediyorum. Çünkü
hastalıksız fidan üretiminde kullandığımız teknik, ABD de dahi yeni yeni
uygulama alanı buluyordu. Ortak çalışmalarımızda gerek California-Riverside
Üniversitesi Bitki Patolojisi Departmanından Prof. Dr. GARNSEY ve gerekse Prof.
Dr. SEMANCIK bu başarıyı defalarca gerek ülkemizde ve gerekse Amerika da konu
etmişlerdir.
Bir
olayı da özellikle vurgulayarak belirtmek isterim. Cumhuriyet tarihi içinde
dünya için yeni bir Turunçgil Virüsü çalışma gurubum tarafından bulundu ve
defalarca yurtdışı kongrelerde tebliğ edildi ve kabul edildi.
Bizim Turunçgil konusunda aktif olduğumuz
yıllarda tüm uluslararası IOCV
toplantılarına tebliğli olarak katınılmıştır. Hatta bazı toplantılarda
birden fazla tebliğ sunulmuştur. 2002 de çalışmalarım Üniversitem tarafından
sonlandırıldıktan sonra bu kongrelere ülkemizden katılan, yalnızca bu grupta
çalışan bir arkadaşımız olmuştur.
Benim belirli konuları kapsayan geniş hacimli
çalışmalarımda maddi bağımsızlığı kazanma gibi bir uğraşım oldu. Merkezde fidan
üretmemin bir nedeni de bu ekonomik
bağımsızlık arzusuydu. Bu amaçla döner sermaye kurdum, böylece gerek
çalışmalarımızı ve gerekse genç arkadaşlarımın yurtdışı masraflarını karşılama
olanağı yaratmış olduk. Rektörlük Merkeze bir bina ve bir cam sera yapmıştır.
Diğer tüm binalar atölyeler, 11 dekar üretim serası döner sermaye kanalı ile
yapılmıştır. Laboratuvar aletleri yanında araç dahi satın alma olanağımız oldu.
Subtropik
Meyveler Araştırma ve Uygulama Merkez kuruluşundaki amaç, çalışmalarımı
Fakülte, diğer bir ifadeyle Dekanlarımızın olumsuz uygulama veya
direktiflerinden kendimi ve Çalışma Grubumu korumaktı. Ama benim en büyük
gururum ve ayni zamanda bana en fazla acı veren konu, TÜBİTAK tarafında kurulan
“TÜBİTAK-ÇUKUROVA İLERİ TARIM
TEKNOLOJİLERİ ARAŞTIRMA VE GELİŞTİRME ENSTİTÜSÜ” dür. Bu Enstitünün
kuruluşu için inanılmaz uğraşlar verdim. Enstitü ilk defa 1987 de kurulma
aşamasına kadar geldi. Ancak Üniversitem beni müdür adayı olarak bildirmek
istemediği ve bende bu koşullarda çalışamayacağımı Rektörlüğe bildirdikten
sonra kadük oldu. İkinci defa 1990’lı Yıllarda tek başıma uğraşlarım sonucu
1998 de başarıya ulaşabildim. TÜBİTAK Bilim Kurulunu 2 -3 defa Merkeze
gelmesini sağlayarak, onları ikna etme şansını elde ettim. Çalışma konularım
yanında ülkemiz tarımını her platformda anlatmak benim hiçbir zaman
vazgeçemediğim uğraşlardan birini oluşturmuştur. Akademik çalışmalarınızı
yalnız uzmanlara sunabilirsiniz. Ama konu Türkiye tarımı olunca her kesime bunu
ve yapılması gerekenleri daha rahat açıklayabilir ve karşılık bulabilirsiniz.
Bu benim önemli bir kuralımdı.
Yalnız
Merkez kuruluşu için o zamanın değeri ile 3 Milyon ABD doları harcandı. Bunun
yalnızca 100 bin doları belki Rektörlük tarafından ödendi. Diğer hepsi
Bakanlık, DPT vs gibi kuruluşlar tarafından sağlandı.
Yukarıda
okuduğunuz benim Çukurova Üniversitesinde 32 yıllık hayatımın akademik
özetidir. Ben Üniversitemde 33 yıl çalıştım. Ancak Merkez ve Enstitümden
ayrıldıktan sonra Bölümümde tekrar başlamak için isteğim ve gücüm kalmadığı
için 63 yaşımda emekliye ayrıldım. Ondan sonrada 10 yıl ovada harika bir
üreticilik deneyimi yaşadım.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa