16 Nisan 2018 Pazartesi

1970 – 2003 YILLARI ARASINDA TÜRKİYE BİTKİ PATOLOJİSİ KONUSUNDAKİ GELİŞMELER


Konuya girmeden önce zannederim çok sayıda fitopatoloğun bilmediği bir konuyu dikkatinize sunarak başlamak isterim. Benden önceki 3 fitopatoloji hocalarımızdan biri olan ve ayni zamanda Ege Üniversitesi rektörlüğü yapan büyüğümüz Prof. Dr. İbrahim KARACA benim bu satırları yazdığım tarihe kadar ülkemiz fitopatoloji tarihini içeren “TÜRKİYE FİTOPATOLOJİ TARİHİ, Ege Üniversitesi Basımevi, 1992” isimli bir kitapta toplamıştır. Ben kendi adıma düşen 32 yıllık fitopatoloji çalışmalarını kendi penceremden aşağıda çok özet halinde ilgilenenlerin bilgisine sunmak istedim.

Ben 1970 – 2003 yıllarında Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesinde bitki patolojisi dalında öğretim üyesi olarak çalıştım. Aşağıda bu dönemin incelenmesi, ayni zamanda benim bilimsel hayat hikâyemin bir kısmını oluşturmaktadır. 1970 yılından sonra bitki patolojisinde profesörlük kazanan ilk kişiyim. Ben Cumhuriyet tarihi içinde Bitki Patolojisinde Profesörlük alan 4. kişiyim.

Bitki patolojisi anabilim dalında, 1970 yılından sonraki köklü değişimlere iki farklı olay etkili olmuştur:
1.      1964 Yılında hükümetin değişik konularda yurt dışına doktora yapmak üzere değişik branşlardan eleman göndermesidir. 1416 Sayılı yasa uyarınca ilk elemanlar 1965 yılında yurt dışına gitmeğe başlamıştır. Batı ülkelerinde ülke seçimi adayın kendisine bırakılmıştı. Ben Mart 1966 yılında bu olanaktan yararlanarak eşim ile birlikte Almanya’ ya gittim. Her ikimizde doktoralarımızı Göttingen Georg-August Üniversitesinde tamamladık.
2.      İkinci olay ise benim tamamen tesadüfler eseri patofizyoloji konusunda doktora yapmamdır. Gittiğimiz Araştırma Enstitüsünde, doktoraya başlamadan önce “Büyük Pratikler” olarak türkçeleştirebileceğim Mikoloji, Bakteriyoloji, Viroloji, Entomoloji, Biyokimya ve diğerleri gibi konularda kurslara ve pratikleri yapmak bir zorunluluktu. Ben Türkiye den entomoloji konusunda doktora yapmak için yurt dışına gitmiştim. Ancak bu kurslarda sonra Enstitü Başkanı Prof. Dr. Walter FUCHS beni makamına çağırarak, patofizyoloji konusunda doktora yapmak için düşüncemi sordu. Bu öneri yabancılar arasında yalnızca bana yapılmıştı. Enstitü başkanı Prof. Dr. FUCHS’ un bu teklifi beni mutlu etmesi ve onurlandırması yanında, birazda korkutmuştu. Çünkü böyle bir konuda doktora yapabilmek için oldukça iyi bir biyokimya bilgisine gereksinme vardı.
Patofizyoloji konusunda doktora yapmam, benim tüm hayatımı etkileyen ve değiştiren önemli bir olay oldu. Böylece tüm çalışma hayatım boyunca gerek derslerim ve gerekse araştırmalarımda olaylara hücre ve moleküler temelinde bakmayı öğrendim. Aşağıda kısaca değineceğim ülkemiz bitki patolojisinde iz bırakacak gelişmeler, yukarıda saydığım olayların ülkemizdeki yansımalarıdır.

1970 Yılına kadar Türkiye de bulunan dar bitki patolojisi akademik kadrosu daha çok simptomoloji ve ilaç denemeleri ile ilgilenmişlerdi. Bu nedenle 1416 sayılı yasayla dünyanın değişik ülkelerine giden ve sonra değişik Üniversitelerde çalışmağa başlayan bilim adamlarının yayınları incelenecek olursa, bu tarihlerden sonra değişik konulardaki çalışmalar göze çarpacaktır. Ancak ben akademik çalışmalarımda viroloji, mikoloji gibi bilim dalı ayırımlarına önem vermeden, her konuda çalışmalar yapma şansına ulaştım. Bu davranışım bugün için belki eleştiri konusu yapılabilir. Unutulmamalı ki, benim yıllarımda çok az Üniversitede bitki koruma alanında standardın dışına çıkarak yeni konularda çalışmalar yapılabiliyordu. Zannederim 1988 yılında Antalya da yapılan Fitopatoloji Kongresinde sunulan tebliğlerin %50 gibi büyük bir çoğunluğu benim laboratuvarımda yapılan o gün için ülkemiz açısından değişik çalışmalar ile ilgiliydi. Ayrıca diğer bir konu da oldukça önemliydi. Ben anılan yıllarda çok sayıda lisansüstü öğrenci ile çalışma şansına sahip oldum. Nitekim bu yıllar içinde 20 master, 20 de doktora çalışması yönettim.
Şimdi belirli zaman dilimleri içinde ülkemiz için yeni olan bu çalışma konuları aşağıda özetlenecektir:

1970 – 1980 yılları arası: Adana’da Fakültemiz ve Üniversitenin kuruluş yıllarıdır. Bu nedenle bilimsel çalışmalar ve araştırmalar için bu dönemin ilk yarısında pek altyapımız yoktu. Hatta ben doçentlik çalışmamı yapmak için NATO bursu ile tekrar doktora yaptığım Enstitüye gitmek zorunda kalmıştım. Bu yıllarda Türkiye de bitki patolojisinde Poliakrilamid gel elektroforez tekniğini kullanarak protein ve bazı enzim bandları yardımıyla biyokimyasal tanıyı yapan ilk kişiyim. Bu çalışmayı Almanya’da planladığımda Hocam Sayın FUCHS, tekniğin çok yeni olduğunu ve benim çalışmamı tehlikeye sokacağı konusunda beni uyarma gereği duymuştu. Ama bu konulara olan tutkunluğum ağır basınca ben bu tekniği denemek istedim. İlk 3 ay neredeyse tüm saatlerimi laboratuvarda geçirdim. Hocamda yarı merak, yarı endişeyle hemen hemen her gün akşam sonuç var mı diye laboratuvara uğruyordu. Ben bu sürenin sonunda, Phytophthora türleri için ilk spesifik total protein bandlarını elde etmeyi başardım. Arkasında asetilester enzim bandları devreye girdi. Arkası çorap söküğü gibi devam etti. Bu teknik ile ilk çalışmam, ülkemiz biberlerinde epidemik boyutlarda ortaya çıkan bir hastalık üzerinde oldu. Zannederim 1974 yılı idi. Ülkemiz biber yetiştiriciliğinde Ege’ den Doğu Anadolu’ya kadar her yerde biber bitkilerini öldüren çok büyük bir hastalık epidemisi hüküm sürüyordu. Ben de diğer araştırıcılar gibi adı geçen yılda ülkemiz için sorun olan konuyu öğrendim ve üzerinde çalışmağa başladım. Daha ilk izolasyonlarla birlikte, kendi kendime ben bu patojen fungusu tanıyorum dedim. Çünkü fungus Phytophthora’lardan biri idi. Çünkü bu fungusun değişik türleri ile doçentlik çalışmaları esnasında oldukça yoğun çalışmıştım. O sıralarda artık Adana’daki laboratuvarım biyokimyasal tanıyı yapacak donanımlar ile donatılmıştı. Poliakrilamid gel elektroforez tekniği kullanılarak etmen Phytophthora capsici olarak teşhis edildi. Biliyor musunuz, ben böylece ilk defa takdir beklerken Bakanlığın kara listesine de alınmış oldum. Neden biliyor musunuz? Çünkü Bakanlık Enstitüleri ve uzmanları iki yıldır konu üzerinde çalışıyordu ve hastalık nedeni olarak da değişik varsayımlar sıralıyorlar ve raporlar düzeliyorlardı. Zaten o yıllardan sonra da Bakanlık ile aram hiç iyi olmadı. Ama biz bu biber patojeni ile savaşımda kullanılabilecek kimyasalları araştırırken, Höchst firmasının bir ilacının çok etkin olduğunu saptadık ve tüm üreticilere ve Bakanlık teşkilatına bir Bülten ile duyurduk. Höchst firması ilacının toprak kökenli Phytophthora’ları kontrol ettiğini bilmiyordu. Ancak ilaç hiçbir zaman Türkiye’de ruhsat alamadı, ama buna rağmen Höchst firması bizi ödüllendirmek için bir Volkswagen minibüsü hediye etti. Hastalığı kontrol eden ilaç ise biber yetiştiricileri için genellikle Almancıların valizlerinde veya Kıbrıs üzerinden yurda yıllarca kaçak yollardan geldi ve biber üreticisi tarafından kullanıldı.
 Bu çalışmayı Sayın Prof. Dr. Mehmet BİÇİCİ’ ye doktora konusu olarak verdiğim aflotoksin çalışması izledi. Bu çalışmada Osmaniye fıstık tarımında Aspergillus türlerinin bulaşıklık durumu ve bunlardan hangi türün aflotoksin ürettiği idi. Biz bu çalışmada henüz ülkemiz bitki patolojisi laboratuvarlarında olmayan ince tabaka kromatografisi tekniğini kullandık.
1970 – 1980 zaman dilimine damgasını vuran diğer bir yenilik ise, gaz kromatografisi tekniği ile pestisit kalıntılarının araştırılması idi. O yıllarda kalıntı sorunu gündemde en çok tartışılan bir konu olunca, bizlerde Bölüm olarak bir gaz kromatografi aleti aldık. Bu konuda çalışma yapmak üzere Orta Doğu Üniversitesi mezunu bir kimyacıyı da kadroya katarak bir kalıntı laboratuvarını işler hale getirdik. İlk çalışmamız Çukurova bölgesi ana drenaj kanallarında DDT ve türevlerinin araştırılması oldu. 1970 Yıllarında DDT kullanımı yasaklanmıştı. Yarı ömrü uzun olan bu pestisit, 1970’li yılların sonunda yapılan bu çalışmanın tüm örneklerinde doymuş halde bulundu. Maalesef bu laboratuvarın ömrü kısa oldu. Çünkü elemanımızı Sabancıları, MARSA firmasına aldılar. Ben bu dönemin sonunda geniş bir kadro ile yeni ufuklara yelken açmayı düşündüğüm için zaman yokluğundan bu laboratuvarı çalıştırmak için yeni eleman arayışına girmedim.
 Bu arada ben 1974 yılında doçent, 1979 yılında profesör oldum. Bu aşamalarda biyokimyasal ağırlıklı çalışmaları jüriye verdiğim için pek sıkıntı çekmedim. Çünkü çalışmaların hepsi ülkemiz için yeni konular idi.

 1980 – 2003 Yılları arası: Bu yılların ağırlıklı konularını, turunçgil patolojisi ve Doğu Akdeniz bölgesinin bu meyve açısından sahip olduğu büyük potansiyelin fark edilmesiyle, tüm yetiştiricilik sorunları oluşturmuştur. Turunçgil konusuna girmeden doktora öğrencilerinin konuları üzerinde durmak isterim. Heyecan veren olayların başında bitki patolojisinde ülkemizde mikoplazmalar ile yapılan ilk çalışma gelir. Turunçgillerde Stubborn hastalık etmeninin İzolasyonu gerek bizler ve gerekse ülkemiz bitki patolojisi için büyük bir olaydı. Çukurova turunçgil tarımında epidemik ve hatta hastalığın endemik olduğunu saptayan ilk çalışmaydı. Onu tanı çalışmaları izledi. Zannederim Turunçgil Stubborn hastalığı konusunda en detaylı çalışmalar bu yıllar arasında yapıldı.
 Toprak solarizasyonu, önemli ve pratikte de ses getiren çalışmalardan bir diğeri oldu. Doğu Akdeniz bölgesinde İsrail ile birlikte tekniği uygulayan ilk ülkeler arasında olduk. Birçok akademik çalışmada değişik toprak kökenli patojenlerin toprak solarizasyonu tekniği kontrolü ve fümigasyon gibi diğer tekniklerle kombinasyonları üzerinde çalışıldı. Bu çalışmalarda tekniğin üretim alanlarında uygulanabileceği Bakanlık teşkilatına bir Bülten ile duyuruldu.
 Bunu doku kültürü çalışmaları izledi. Bazı arkadaşlar ile üretim bazında doku kültürü kullanımını olanaklarını denedik. Ancak konu üzerinde çalışan aday bu konuları algılama ve uygulama becerisinde olamadığı için bu tekniğin üretim bazında kullanımı açısından başarılı olamadık.
 Ama doktora öğrencilerimizden rahmetli Figen’in çalışmaları o yıllar için gerçekten çok başarılı idi. Fungus toksinlerine dayanıklı hücrelerden rejenere ettiği domates bitkileri hiç olmazsa laboratuvarda enfeksiyon denemelerinde başarılı idi. Etmen Fusarium’du. Doku kültürü ile en başarılı çalışmalarımız in vitro sürgün ucu aşılama çalışmalarıdır. O teknik anaç bitkilerin virüs ve benzeri hastalıklardan arındırılmasında çok başarılı olarak kullanıldı. Hattan bu çalışmalarla uluslararası bilim kuruluşlarının da destek ve övgülerini alabildik. Birçok çalışmamızda bu yöntemi termoterapi tekniği ile kombine ederek kullandık.
Diğer önemli bir konuda viroidler idi. O zamana kadar ülkemizdeki birçok bitki patoloğunun ismini dahi duymadığı bu patojenleri tanılama ve neden olduğu hastalıkları teşhis etme başarısını gösterdik. Bu çalışmalar hala da Bölümümüzde geniş boyutlu yapılmaktadır.
 Bu çalışmaları turunçgillerde virüs çalışmalarımız izledi. Ben burada patojenleri saymayacağım, ancak biri dünya için yeni olan 16 farklı virüs ve virüs benzeri hastalık etmenini teşhisi yapıldı. Bunların teşhis çalışmalarını, araştırma grubunda yer alan master ve doktora öğrencisi olarak çalışan arkadaşlarımız başarıyla yürüttüler. Biyolojik indekslemeler için Dünya Bankası kaynaklarından yararlanarak Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından ülkemizin ilk bilgisayar kontrollü seraları yapıldı. Bunun dışında serolojik çalışmalarda öncü sayılırız. Yanılmıyorsam ilk ELISA testi bizim grubumuz tarafından yapıldı. Hiç unutamam Hürriyet gazetesi narenciyelere AİDS testi uygulanıyor diye başlık atmıştı.
 Biz patoloji dışına çıkan, ancak ülkemiz turunçgil endüstrisi için önemine inandığımız çalışmalar da yaptık. En başarılı çalışmalarımızdan biri de virüs ve benzeri hastalıklardan ari Turunçgil fidanı üretimidir. Bu üretim milyonları bulan sayılarda yapıldı. Üretim şekli dünyada ilk defa dış etkenlerden korumalı seralarda topraksız kültür tekniği ve fertigasyon kullanılarak yapıldı. Genelde bitki yetiştiricileri laboratuvarlarda topraksız kültür denemeleri yaparken, bizler pratiğe verilen ürünlerde bu tekniği başarıyla uygulayabildik. Bugün bu teknik ülkemizde yıllardan beri gerek araştırma ve gerekse üretim alanlarında kullanılmaktadır. Ayrıca ayni çalışmalarda ilk mikro aşılama tekniği ülkemizde bizim tarafımızdan kullanıldı.
 Benim liderliğini yaptığım çalışmalarda, sürekli şuur altımda yatan, ben bu çalışmayı pratikte nasıl kullanabilirim sorusu idi. Zannederim kısmen de olsa bunu başardığımı zannediyorum. Çünkü hastalıksız fidan üretiminde kullandığımız teknik, ABD de dahi yeni yeni uygulama alanı buluyordu. Ortak çalışmalarımızda gerek California-Riverside Üniversitesi Bitki Patolojisi Departmanından Prof. Dr. GARNSEY ve gerekse Prof. Dr. SEMANCIK bu başarıyı defalarca gerek ülkemizde ve gerekse Amerika da konu etmişlerdir.
Bir olayı da özellikle vurgulayarak belirtmek isterim. Cumhuriyet tarihi içinde dünya için yeni bir Turunçgil Virüsü çalışma gurubum tarafından bulundu ve defalarca yurtdışı kongrelerde tebliğ edildi ve kabul edildi.
 Bizim Turunçgil konusunda aktif olduğumuz yıllarda tüm uluslararası IOCV toplantılarına tebliğli olarak katınılmıştır. Hatta bazı toplantılarda birden fazla tebliğ sunulmuştur. 2002 de çalışmalarım Üniversitem tarafından sonlandırıldıktan sonra bu kongrelere ülkemizden katılan, yalnızca bu grupta çalışan bir arkadaşımız olmuştur.
 Benim belirli konuları kapsayan geniş hacimli çalışmalarımda maddi bağımsızlığı kazanma gibi bir uğraşım oldu. Merkezde fidan üretmemin bir nedeni de bu  ekonomik bağımsızlık arzusuydu. Bu amaçla döner sermaye kurdum, böylece gerek çalışmalarımızı ve gerekse genç arkadaşlarımın yurtdışı masraflarını karşılama olanağı yaratmış olduk. Rektörlük Merkeze bir bina ve bir cam sera yapmıştır. Diğer tüm binalar atölyeler, 11 dekar üretim serası döner sermaye kanalı ile yapılmıştır. Laboratuvar aletleri yanında araç dahi satın alma olanağımız oldu.

 Subtropik Meyveler Araştırma ve Uygulama Merkez kuruluşundaki amaç, çalışmalarımı Fakülte, diğer bir ifadeyle Dekanlarımızın olumsuz uygulama veya direktiflerinden kendimi ve Çalışma Grubumu korumaktı. Ama benim en büyük gururum ve ayni zamanda bana en fazla acı veren konu, TÜBİTAK tarafında kurulan “TÜBİTAK-ÇUKUROVA İLERİ TARIM TEKNOLOJİLERİ ARAŞTIRMA VE GELİŞTİRME ENSTİTÜSÜ” dür. Bu Enstitünün kuruluşu için inanılmaz uğraşlar verdim. Enstitü ilk defa 1987 de kurulma aşamasına kadar geldi. Ancak Üniversitem beni müdür adayı olarak bildirmek istemediği ve bende bu koşullarda çalışamayacağımı Rektörlüğe bildirdikten sonra kadük oldu. İkinci defa 1990’lı Yıllarda tek başıma uğraşlarım sonucu 1998 de başarıya ulaşabildim. TÜBİTAK Bilim Kurulunu 2 -3 defa Merkeze gelmesini sağlayarak, onları ikna etme şansını elde ettim. Çalışma konularım yanında ülkemiz tarımını her platformda anlatmak benim hiçbir zaman vazgeçemediğim uğraşlardan birini oluşturmuştur. Akademik çalışmalarınızı yalnız uzmanlara sunabilirsiniz. Ama konu Türkiye tarımı olunca her kesime bunu ve yapılması gerekenleri daha rahat açıklayabilir ve karşılık bulabilirsiniz. Bu benim önemli bir kuralımdı.
Yalnız Merkez kuruluşu için o zamanın değeri ile 3 Milyon ABD doları harcandı. Bunun yalnızca 100 bin doları belki Rektörlük tarafından ödendi. Diğer hepsi Bakanlık, DPT vs gibi kuruluşlar tarafından sağlandı.
Yukarıda okuduğunuz benim Çukurova Üniversitesinde 32 yıllık hayatımın akademik özetidir. Ben Üniversitemde 33 yıl çalıştım. Ancak Merkez ve Enstitümden ayrıldıktan sonra Bölümümde tekrar başlamak için isteğim ve gücüm kalmadığı için 63 yaşımda emekliye ayrıldım. Ondan sonrada 10 yıl ovada harika bir üreticilik deneyimi yaşadım.




AKRABALARIMI ARIYORUM !!!


Gelin sizi bugün dünya üzerinde yaşayan tüm varlıklar arasında bulunan inanılmaz ilişkiyi farklı açılardan ele alarak, değişik boyutlarda bir geziye çıkarayım. Biz biyokimyacılara daha başlangıçta anlatılan bir husus, beni daima değişik düşüncelere götürmektedir. Dünyada yaşayan varlıklardan biri olan insanoğlu ile diğer canlıların ortak noktaları nelerdir, bunu hiç düşündünüz mü? Diğer bir soru akrabalık nedir? Belirli genlerin atalarımızdan bize irsiyet yoluyla geçmesidir. Ama bugünkü bilim ve teknoloji çağı, diğer ifadeyle canlı mühendisliği teknikleri, istenirse insan dahil tüm canlılara istediği canlıdan gen aktarabilecek düzeye gelmektedir. İnanıyorum ki, gelişmiş ülkeler bu yöndeki projelerini kapalı kapılar ardında uygulamaya koymuşlardır. Bu açıdan bakıldığında, bizler gelecekte diğer canlı genlerini de taşıyabileceğiz. Bugüne kadar canlılar âleminde gen transferi yalnızca seksüel uyum içinde bulunan bireyler arasında gerçekleşmekteydi. Bugün öncelikle mikroorganizma ve bitkilerde bu bariyerin ötesinde genetik mühendisliği teknikleri ile seksüel bariyer aşılmış ve istenen karakterler istenen canlıdan alınarak, istenen diğer canlılara aktarılmağa başlanmıştır.
Tüm bunlara geçmeden önce tüm canlılar arasındaki mevcut olan ortaklıkları açıklamak isterim. İster tek hücreli ister çok hücreli organizma olsun, hepimizdeki metabolizma yolları aynıdır. Buna ilave olarak genleri oluşturan 4 farklı nükleotid tüm canlılarda aynıdır. Genlerimizi oluşturan kodlar aynıdır. Ayrıca besin maddelerinden bünyelerimizde ürettiğimiz enerji formu aynıdır. Bu birliktelikler ayni zamanda son yıllarda tartıştığımız evrimin temel taşlarıdır.
Tüm makalenin çıkış noktası bu birlikteliktir. Bu açıdan düşündüğümüzde tüm canlılar arasında çok yakın bir birliktelik söz konusudur. Evrim esnasında canlılar yaşam ortamlarına uyum için bazı genlerini kullanmazken, bazılarına ise sürekli görevler yüklemiştir.
İnsanoğlu var olduğundan beri ölümden sonraki bilinmeze kafa yormuştur. Bunlardan en geçerlisi ruhun varlığı ve ölümden sonraki yaşama geçişin şekli olarak yorumlayabiliriz. Bazı inanışlarda ölümden sonra başka varlıkların bedeninde dünyaya gelme inanışı vardır. Bu inanış şekillerini artırabiliriz. Ancak benim sizleri götürmek istediğim düşünce yolu, canlılar arasındaki biyokimyasal birliktelikten hareket ederek, canlıların birbiri ile akrabalık bağları üzerinde düşünce üretme şeklinde olacaktır.
Düşününüz, canlılar yaşadıkları süre içinde tüm organlarının bir değişim yaşı vardır. Örneğin bizlerde pankreasta hücre değişimi günlerle sayılırken, bu olay mide de haftalarla ifade edilmektedir. Genlerimizde ayni değişimin içindedir. Vücut veya daha geniş anlatımıyla organizma bu işlevi yerine getirebilmek için yapı taşlarına ihtiyaç vardır. Peki, bunlar nerelerden sağlanmaktadır. İnsan veya hayvan organizmasını düşünürsek yiyecek dediğimiz bitki veya hayvansal ürünlerin tüketilmesi bu ihtiyacı karşılamaktadır. Bitkilerde ise topraktan aldıkları mineral ve havadan aldıkları karbondioksit ve güneş ışığı enerjisini kullanarak ürettiği besin maddeleridir. Canlılar arasında çok düzenli bir besin zinciri kurulmuştur. Genlerin yenilenmesinde bu kaynaklardan aldığımız nükleotid veya bunun yapı taşları kullanılmaktadır. Yani kısaca tüm canlılar ayni ortak kaynakları kullanarak hayatta kalabilmektedir. Örneğin bir mikroorganizma veya bitki fosforu element olarak doğadan alırken, daha gelişmiş organizmalar bunu fosfotidler veya onların yapı taşları olarak bitkisel veya hayvansal gıdalardan karşılamaktadırlar.
Acaba organizmayı oluşturan ve enerji ve yapıtaşları olarak kullandığımız maddeleri ayni besin havuzundan alması, canlıları birbiri ile genetiğin ötesinde bir akrabalık bağı yaratabilir mi?
Akrabalık daha çok canlının sahip olduğu özellikleri veraset yoluyla aktarılması ile ilişkilidir. Canlının sahip olduğu özellikler yerine onu oluşturan maddesel yapılara ve enerji açısından akrabalık aradığımızda ise, tüm canlılar birbiri ile büyük benzerlik kurabilmektedir. Yani ben dağdaki bir çam ağacı veya denizdeki bir balık veya bir bira mayası hücresi ile akraba olabilir miyim? Çünkü tüm canlılar ortak besin maddelerini ortak metabolizma yollarında değerlendirerek yaşamları için yapı taşları ve enerji üretmektedirler. Dün bir mikroorganizmanın yapısı içinde bulunan bir fosfotid yarın bundan beslenen diğer bir canlının yapısında olacaktır. Hatta genleri oluşturan nükleotidler dahi böylece canlıdan canlıya gezecektir. O zaman sormak istiyorum, senin göz rengini oluşturan genin yapımında kullanılan Guanin nükleotidinin kaynağı nedir? Onu bir bitkiden mi, akşam yediğin kuzu pirzolasında mı, yoksa sabah içtiğin sütten mi aldın? Hepsi olabilir, sonuçta tüm canlılar ayni metabolizmayı ve ayni yapı taşlarını ayni besin havuzundan kullanmaktadırlar. Bu işlem tüm canlı âleminde bir süreklilik içinde, canlıların dünyamızda var olduğundan beri belirli bir düzen içinde devam etmektedir.
Ben canlılar arasındaki akrabalığı genler düzeyinde değil, geleceğin genetik biliminin açtığı pencereden bakarak, genleri oluşturan yapı taşları üzerinden kurgulamağa çalıştım. Böyle düşündüğümüzde hayatın sürekliliğini daha iyi algılama olanağımızda doğmaktadır. Çünkü gelecekte canlı mühendisliği bilimi, canlı tasarımında çoktan geliştirmeğe başladığı gen bankalarını kullanacaktır. Genetik bilimindeki bu gelişme çok uzak olmayan gelecekte, bazı karakterlerin, yani genlerin de laboratuvar düzeyinde yapımına da olanak verecektir. Nitekim yapay olarak hazırlanan bir genom bir mikoplazma hücresine yüklenmiş ve hücre yaşamını bu genetik bilgilerle sürdürme başarısını göstermiştir.  Zaten bilimsel becerilerimiz o düzeye ulaştığında, çağımıza isim verenlerden ikinci gelişme olan elektronikte vazgeçilmez unsurlardan çiplerin biyolojik olarak tasarlanması mümkün olacaktır.
Genetik biliminde gelinen gelişme ve yakın gelecekte ulaşacağı aşama içinde bu olayları düşündüğümüzde, olanaksız gibi gelse de, ben gelecekte beni oluşturacak genleri atalarımdan değil, bir laboratuvarda beni tasarlayan bir canlı mühendisinin çalışmasından alacağım. O mühendis beni o toplumun çıkarı doğrultusunda planlayacak ve yaşama getirecektir. Bu şekilde düşündüğümüzde de bugün insanoğlunun birçok değeri, hatta üzerinde tartışma dahi yapamayacağı dogmalarının sonu gelmektedir.
Neden böyle düşünüyorum? Belki, canlıya daima hücre ve moleküller düzeyinde bakmam, canlı mühendisliğinin inanılmaz gelişmesi, ayrıca son yirminci yüzyılda başlayan dünyanın önlenemez nüfus artışı ve doğanın inanılmaz tahribatının yakın zamanda gerçekleştireceği felakete inanmam ve insanoğlunun son asırda bilimdeki inanılmaz buluşları ve maratonu, bunun nedeni olabilir. İnsanoğlunun bir taraftan aşırı çoğalması ve tüketim iştahı ile bir yılda doğaya 10 yılda verebileceği tahribatı yapması, dünyamızda dengelerin düzelemeyecek şekilde bozulması sonucu yaşanacak felaketler, dünya nüfusunu olumsuz etkileyecek ve dünya dengelerinin bozulduğu ortama, ancak genetiği değiştirilmiş bireylerin uyum sağlayabileceği gerçeğimdir.
Bu makaleyi okuyan ve ne dediğimi anlayanların beni hayalperest olarak tanımlamaları ihtimalinin oldukça fazla olacağı bilicindeyim. Bu nedenle makalenin yarı bilim kurgu olarak okunması ve algılanması gerekir. Ancak unutmayınız ki dünyamızdaki bozulma, bugünkü aşırı tüketim arzusu azalmadığı sürece, insanoğlu hızla bu son istasyona yaklaşacak ve bu da bizim ve belirli düzen içinde olan yaşamın felaketi olarak sonuçlanacaktır.
Bu şekilde birazda bilim kurgu yapısı içinde anlatmağa çalıştığım olay, benim, insanoğlunun büyük bir felaketten sonra tekrar var oluş şeklini, son asırda genetik biliminde yaşanan gelişmeler açısından çözümleme eksersizlerimden biridir.




Etiketler: , , ,